28 Mart 2010 Pazar

OSMANLIDA ADALET

OSMANLIDA ADALET (Tolga Yıldıran)

Sevgili okuyucular, Osmanlı’yı düşünelim. Ufukların Efendisi Osmanlı’yı... Osmanlı, Avrupa fethini gerçekleştirirken bir hedefle oraya gitti; orada adaleti temsil etmek üzere, orada adaleti oturtmak üzere. Asillerle halk arasındaki o büyük dengesizliği, Osmanlı yakından biliyordu. Ve bu adaletsizliği gidermek, yerine adaleti ikame etmek, Osmanlı’nın temel vasfıydı. Ve Osmanlı, Yükselme Devresi boyunca bu dünyadaki en sağlam yapının sahibiydi. Yaklaşık 400 yıl... Osmanlı’nın adım adım cihan hâkimiyetine çıkışı ve Nizam-ı Âlem devlet oluşu ve bunu devam ettirmesi, büyümesi…

Sevgili okuyucular, şimdi dikkatle tarihe bakın. Osmanlı, fetihler yapıyor. Osmanlı askeri nereye giderse, orada hiçbir şeyi bedelsiz olarak almıyor. Sahibini bulamadı, o zaman ağaca asıyor aldığı nesnenin bedelini. Osmanlı, gittiği her yere adalet götürmüştür. Ufukların Efendisi olan Osmanlı’nın adaletine, Avrupa hayrandı. Kendi ülkelerinde hiçbir zaman göremedikleri adaleti, Osmanlı sağlıyordu.

2 murat sefere çıkıyor. Ve diyor ki askerlerine: “kul hakkı olan benimle sefere çıkamaz. Hazineden dilediklerinizi alın o zaman benimle gelebilirsiniz.” Ordu Edirne yakınında konaklıyorlar. Bir bezirgân sabah içtimasında padişahın atının ipine yapışıyor. Diyor ki “maruzatım var”. Padişah ,”söyle bezirgân başı ne istiyorsun.” Bezirgân başı; “senin askerlerinden biri benim bahçemden elma yemiş parasını da asmamış adalet istiyorum” diyor. Padişahın gözleri yaşlarla doluyor diyor ki askerlerine “benim size tembihimi ne çabuk unuttunuz. Hani kul hakkı olan benimle gelemezdi. Hepiniz hazinede paraları aldı ve ödediniz öyle geldiniz, şimdi buna nasıl cüret edersiniz. Kim yaptı bu büyük küstahlığı” diyor.
Askerlerden birisi bir adım öne çıkıyor diyor ki “ben yaptım padişahım.”Padişah; ”Evladım utanmadın mı bunu yaparken.” Asker; ”Utanmadım padişahım çünkü aslını düşünemedim konunun” padişah; “ne demek istiyorsun” diyor. asker; “bir elma yerdeydi iki çürüktü. bir çürük elmanın bedelinin olabileceğini düşünemedim” diyor. asker ağlıyor ve af diliyor. 2.murat’da ağlıyor ve diyor ki; “bezirgan başı söyle ne istiyorsun”

Bezirgân, “bir kese altın istiyorum” diyor. Padişah “verin” diyor. Vezirler itiraz ediyorlar. “bir çürük elmanın bedeli bir kese altın olabilir mi” Padişah, “olmalıdır verin” diyor. Bezirgân araya giriyor,”istemem diyor. Beni de aranıza alın sizin aranızda olmak istiyorum”.
İşte 2.Murat’ı görüyorsunuz ağlıyor bezirgânda ağlıyor. O erde ağlıyor. Ve seferi tamamlıyorlar.

Sevgili okuyucular Osmanlı bu yönü ile bütün dünyaya nizam kurdu ve adaleti her yere götürdü. Gittiği bütün ülkelerde çocukları getirip bırakırlardı. “bizim çocuklarımızda sizin gibi olsun. Adaleti temsil etsin” derlerdi. Osmanlı Allahın kanunlarını götürdü, temel hedefte bu idi zaten.
Osmanlı’nın dünya hâkimiyetiyle günümüzde bunu yapmak isteyen ülkelerin dünya hâkimiyeti arasında çok büyük bir farklılık vardır. Osmanlıda adalet bütün boyutlarıyla sağlanmıştır, ikincisinde mevcut değildir.

İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet bütün mahkûmları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Fatih Sultan Mehmet’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih Sultan Mehmet'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: “Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz.”
Fatih Sultan Mehmet'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. sabah olunca Yahudi ile bir anlaşmazlığa düşmüş. Erkenden atı da alıp kadının yolunu tutmuşlar. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz makamına gelmemiş olduğundan atı mahkemenin kapısına bağlayıp kadıyı beklemişler kadı biraz geç gelince dava başlamış. Kadı Yahudi yi haksız bulup atı tekrar iade almasında karar kılar. Ve dava biter. Çıkarlar atı almak için ama ne görsünler! kadının kapısında bağlı olan at ölmüş. Şimdi ne olacaktı. Yahudi “ben bu atın parasını ne diye vereceğim at ölmüş.” diyor. Müslüman ise “peki ben haksızlığa uğradım ben ölü atı ne yapağım” deyince Tekrar anlaşmazlığa düşerler. Kadıya çıkarlar
Hadiseyi öğrenen kadı elini kuşağına atar ve Müslüman’a para verir. ‘işte atın parası dava bitmiştir.”papazlar bir mana veremezler kadıya sorarlar kadı da derki:“eğer ben sabah, vaktinde makamıma gelseydim at sahibinde ölecekti. Suçlu olan benim” der.
Bu arada papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister.”Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:”Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca meseleyi kadıya intikal ettirirler. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Fatih Sultan Mehmet'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: “Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak Allahın hak dininde vardır. Böyle insanların bulunduğu bir topluluk da bulunmak istiyoruz. Artık bizde sizler gibi olmak istiyoruz” derler ve Allah’a müracaat ederek Allah’ın dinini öğretecek bir mürşidi (irşad eden) ararlar. Ve onlarda artık gerçeği görmüş İslam dinini yani teslim olma dinini yaşamışlar. Mutluluğu yaşamışlar bütün Osmanlı, halkın çoğu bu şekilde yaşamışlar.


Osmanlı İmparatorluğu’nda hak ve adalet öylesine dakik gerçekleşiyordu ki; engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar Osmanlı ülkesine sığınıyorlardı. “Dünya dönüyor” dediği için ölüme mahkûm edilen Galilie, kurtuluşu inkâr etmekte buluyordu. Reformist Martin Luther King:
-Yarabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de Senin İlâhi Adaleti’nden onlar sayesinde nasiplenelim, diyordu.
Sevgili okuyucular Osmanlının bu durumunu ve şimdi Türkiye’nin durumunu kıyaslamak mümkün değil değimli?
Osmanlı da mahalle başlarında bir küp bulunur. Bu küpe mahalle sakinleri zekâtlarını bırakırdı. ihtiyaç sahibi ise sadece ihtiyacı kadarını alırdı. Zaman olurdu ki, zekât verecek kimse bulamazlardı. Adam zekâtını bir keseye koyup üzerine “bu benim zekâtımdır. Verecek kimse bulamadım ihtiyacı olan alsın” yazarak, keseyi bir ağaca asar. Zekâtı asan kişi birkaç ay sonra ağacın yanından geçtiğinde zekâtını alan olmadığını görüyor.
Osmanlı da camilerde bir köşeye bir perde çekilirmiş ve perdenin ortası delik. Giren çıkan elini delikten sokar, zekâtını bırakırmış ihtiyaç sahibi ise yine elini sokar alırmış. Kimin ne kadar bıraktığını, kimin ne kadar aldığını kimse bilmezmiş. Böyle bir sistem şimdi günümüzde mümkün görünmüyor. ve aklımızı zorluyor. Nasıl olmuş da böyle yaşamışlar. Düşünün sevgili kardeşlerim böyle bir halkın içinde olmak için can atarız. Biz o insanların torunlarıyız. Böyle insanları kimse yıkamazdı. Osmanlı devleti halkı ile tüm dünya ya hükmetti. Tabi böyle yaşamayanlarda vardı. Osmanlı aralarında Yahudi yi Hıristiyan ı içinde barındırıyordu. Ama onlarda Osmanlıya hayrandılar. Osmanlının adaletine sığınmış iç içe yaşıyorlardı.
     
İste, Fatih Sultan Mehmet, iste İstanbul'da bir Rum; Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki: "Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum."
Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katini veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen sey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.
“O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani" diyor.

Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor. Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:"Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne?" Anlatıyor adam derdini "iste" diyor. "Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti". Diyor. Bizim Osmanlı diyor ki: "Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabi görür". "Yani" diyor "ne demek istiyorsun?" Adamcağız hiç inanamıyor; ama "Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim." diyor. Kadıya müracaat ediyor.
Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisaba etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eser bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.

Deniyor ki: "Bunun bedeli su kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı misin?"

Rum, şaşkın saskin Padişah’a bakıyor, inanamıyor, sonra "Tabi razıyım. Razı olmaz miyim? O padisah" diyor.

Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
"Benden beyt'ül mal’ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altin daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."

Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,

"Padişahîm şu ana kadar ben, Allah’ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydiniz. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah’ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizlisi temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah’ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. şimdi benim görevim bitti. şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer" diyor.
Bu size neyi anlatıyor? Adalet müessesesini anlatıyor. Osmanlı'nın adaletini anlatıyor. Adamlar, o güne kadar bir asille, bir halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan birisine hakkını verecek. Asırlar boyunca böyle bir şey görülmemiş Ortaçağda Avrupa'da. Böyle bir şey yok. İlk defa Osmanlı götürüyor adaleti. İnsanlar arasında, Kur'ân-ı Kerîm'e göre fark olmadığını orada ispat ediyorlar insanlara (İslâm'ın ne olduğunu.)
Osmanlı düzeninde, hemen görülmeyen davalar, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:

"2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır." (d'Ohsson, VI, 204-5).

"En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez". (Sir Paul Ricaut, II, 327).

"XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi." (Cantacasin,14-5).


Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir:

(Kânûnî Devrinde İstanbul, 95-102).
"Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."



Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur. En az suç işlenen ülke Osmanlı iken şimdi tam tersini görüyoruz.

Sevgili okuyucular bir gün bizlerde Osmanlı gibi yaşayacağız. Sulh ve sükûnu yaşayacağız. O günleri yaşamamız dileğiyle…
ALLAH RAZI OLSUN

Tolga YILDIRAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder