28 Mart 2010 Pazar

Allah’a Ulaşmayı dilemek

Allah’a Ulaşmayı dilemek (Tolga Yıldıran)

Sevgili kardeşlerimiz yine bir sohbetimizde sizlerle birlikte olmanın sevincini yaşıyor, hepinize mutluluklar diliyorum. Allahû Tealâ’nın biz insanları şu kainat üzerinde eşrefi mahlukat olarak yaratmasının yeryüzünün halifesi kılmasının tek bir sebebi vardır. Oda rabbimizin bizlere üfürdüğü ruhtur. Bu sebeple Adem AS) a secde edilmiş bütün insanların kainatın halifesi kılmıştır. Kâinata halife olma özelliği vermiştir. Ne cinlerde ne meleklerde ne hayvanlarda nede hiçbir mahlûkta olmayan sadece insana verilen ruh bir emanettir. Allahın bizlere verdiği emanetidir.

33 /AHZÂB -72 İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen).
Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir.

İşte emanet hüviyetinde olan ruh insanda Allah’ı temsil etmektedir. İnsan üç vücutla yaratılmıştır. Topraktan yaratılan et ve kemikten oluşan fizik vücut, 19 afetle yani hastalıklar dizayn edilen nefs vücut ve Allah’ın sadece insana üfürdüğü emanetim dediği 19 hasletle yani güzelliklerle donatılmış olan ruh vücut olmak üzere 3 vücuttan yaratılmıştır. Konumuzun en önemli noktası ise insana üfürülen ruhtur. Peki, neden Allahû Tealâ ruha emanet demiştir. Sevgili kardeşlerim Allahû Tealâ’nın bizlerden tek bir muradı vardır. Bu muradı ilahi bütün insanların sadece mutlu ve huzurlu olmasıdır. İşte bu sebepten ruhu emanet hüviyetinde bizlere vermiştir. Bütün insanlarında amacı mutlu olabilmektir. Bunun tek bir yolu vardır oda bir tek dilektir. İşte bu dilek emanet olan ruhun bu dünya hayatındayken Allah geri teslim edebilmektir. Biliyorum belki biraz karışık oldu dersiniz ama size detaylı bir şekilde bahsedeceğiz.

Yaratılan insanın hem bu dünya hayatımızda mutlu ve huzurlu olabilmesi hemde ahiretin en zirve noktasında yaşayabilmesi de 19 afetlerle dolu nefsimizin çok büyük bir rolü vardır. Allahû Tealâ’nın ruhu insana emanet olarak vermiştir. İşte bir tek dileğin sahibi olması gereken nefsimiz hastalıkla dolu, Allahın yap dediğini yapmayan, yapma dediğini yapan bir özellikte yaratılmıştır. Nefsin negatif özellikleri şöyledir.
(Cehalet, cimrilik, dedikodu, gıybet, fitne, fesad, gurur, kibir, hırs, şehvet, hased ve düşmanlık,isyan, iptila, kin ve nefret, küfür, mürailik(iki yüzlülük), nankörlük, öfke ve gayz, sabırsızlık, vefasızlık, yalan tekzib, zulüm, ve zan)

Allahû Tealâ’nın bize üfürdüğü ruh ise bütün emirlerini yerine getiren, yapma dediğini kesinlikle yapmayan bir özelik taşır. Ruhun hasletleri ise şöyle:
(Sevgi, İman, Doğruluk, Adalet, Edeb, Kemalat, Cömertlik, Sukunet, İtaat, Sabır, Tevazu, Kanaat, Şükür, Ketumiyet, Hakikat, Meziyet, Vefa, Samimiyet, Tevhid)

olmak üzere nefsin 19 afeti karşılık Allahû Tealâ ruha zıttı olan 19 haslet vermiştir. İşte Allah’ın muradı hastalıklarla yaratılan nefsin temize çıkarmamızdır. Nasıl mı? Nefsin teksiye olması durumunda Allah emanet olan ruhu geri alıyor. İlk olarak emanet ruhtur sonra fizik beden sonra nefsin en sonrada irademizin de Allaha teslim etmemizi emretmiştir.

Nisa - 58 İnnallâhe ye'murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran). Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi emreder. İnsanlar arasında hakemlik ettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki; Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki; Allah, işiten ve görendir.

Yunus - 25 Vallâhu yed'û ilâ dâris selâm(selâmi), ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtın mustekîm(mustekîmin). Ve Allah, teslim (selâm) yurduna davet eder ve (teslim yurduna, Zatına ulaştırmayı) dilediği kimseyi, Sıratı Mustakîm'e ulaştırır.


İslam dini olarak bildiğimiz rabbimizin dini Türkçe anlamında teslim demektir. slm köklerinden oluşan İslam, teslim demektir. Müslüman ise teslim olan kişi demektir. Bize düşen sadece kalben yapacağımız bir tek dilektir. Hani biliriz Osmanlıda evliyalar vardır. Bu evliyalara ermişler, evliyalar, erenler deriz ya işte bu ermişler, nereye ermişler diye bir düşünsek, aslında biraz idrak etmiş olacağız. Ermiş evliyalar ruhlarını Allah’a erdirmiş insanlardır. Kur’an-ı Kerim’in olmazsa olmaz şartı Allah’a ulaşmayı dilemektir. Ama bunu kalben dilememizi istiyor.

Rum - 31 Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne). O'na (Allah'a) yönel (Allah'a ulaşmayı dile) ve böylece O'na (Allah'a karşı) takva sahibi ol ve namaz kıl ve müşriklerden olma.

Atalarımız zamanında Osmanlı imparatorluğu bunu biliyordu. Bütün halkı, askeri, memuru, saray halkı hepsi tasavvuf hayatı yaşadı. Allaha ulaşmayı diledi. Yetmez mürşitlerine tabi oldu ve ruhlarını Allah kendisine ulaştırdı. Allahû Tealâ lokman suresinde 15. ayeti kerimesinde şöyle buyuruyor.

Lokman - 15 Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı'humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi' sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta'melûn(ta'melûne). Ve eğer; annen, baban bilmediğin bir şeyi, Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Kim Bana yönelmişse (ruhunu ölmeden evvel Bana ulaştırmayı dilemişse), sen de onun yoluna tâbî ol (sen de Allah'a ulaşmayı dile). Sonra (ölümden sonra) hepiniz Bana döneceksiniz (Azrail (A.S) sizi Bana getirecek). Size yaptıklarınızı haber vereceğim.


Gönüller sultanı Mevlana hazretleri de bu konuyu en güzel şekilde mesnevide anlatmıştır. Diyor ki

* Kalkın ey asıklar, göklere doğru yükselelim! Şu yaşadığımız dünyayı gördük anladık, bir de gideceğimiz o dünyaya varalım.
* Hayır, hayır şu iki dünya bahçesi de güzel, ikisi de hoş. Biz, bu ikisinden de hem dünya bahçesinden, hem de ahiret bahçesinden vazgeçelim de, bahçıvanı arayalım, bulalım, ona doğru gidelim(c.III, 1713)

Sadece bir tek dilekle ruhunuzun Allaha teslim etmeyi dilemenizle huzur ve mutluluk yaşanabilir Allaha dost olabilirsiniz. Saidi Nursi hazretleri söyle söylüyor:

Faniyim fani olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu Rahmana teslim eyledim
Gayri ihsan istemem.


Yunus Emre'de Allah’ı dilediğini şu şiiriyle dile getirmiştir.

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni

Yunus'dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni


Sevgili kardeşlerim Allah Teala bütün insanların Allah’a mülaki olmasını yani ruhlarını Allah’a ulaştırmaları gerektiğini birçok ayeti kerimede farz kılıyor. Allahû Tealâ şöyle buyuruyor.


Zümer - 54 Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye'tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne). Allah'a yönel (Allah'a ulaşmayı dile) ve Allah'a teslim ol. Üzerine azap (kabir azabı) gelmeden önce (ölümden önce). Yoksa sonra yardım olunmazsın.

Şura - 47 İstecîbû li rabbikum min kabli en ye'tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).
Allah tarafından geri çevrilmesine çare olmayan (ölüm) günü gelmeden evvel Rabbinizin davetine icabet edin. (Allah'a ulaşmayı dileyin) Ecel günü (geldiği zaman) sizin için başka (kaçıp sığınacağınız) bir sığınak yoktur ve onu inkâr da edemezsiniz.


İnsanın başına ecel gelmeden önce Allaha yönelmek, üzerimize farzdır. Bu emir bizler bu dünya hayatında yaşarken olacaktır. Bir çok ayeti kerimede bu emir kesindir.


Müzemmil - 8 Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen). Rabbinin (Allah'ın) ismiyle zikret ve herşeyden kesilerek O'na (Allah'a) dön (ulaş, vasıl ol).

Zariyat - 50 Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun). Öyleyse Allah'a kaç (Allah'a ulaş, Allah'a sığın). Muhakkak ki; ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.

Rad - 21 Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb (hisâbi). Ve onlar Allah'ın (ölümden evvel), Allah'a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O'na (Allah'a) ulaştırırlar. Ve Rab'lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.

Enam - 152
Ve lâ takrebû mâlel yetîmi illâ billetî hiye ahsenu hattâ yebluga eşuddeh(eşuddehu), ve evfûl keyle vel mîzâne bil kıst(kıstı), lâ nukellifu nefsen illâ vus'ahâ ve izâ kultum fa'dilû ve lev kâne zâ kurbâ, ve bi ahdillâhi evfû, zâlikum vassâkum bihî leallekum tezekkerûn(tezekkerûne).
Yetimin malına, o en kuvvetli çağına gelinceye kadar, en güzel şekliyle olmadıkça yaklaşmayın. Ölçü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Kimseyi gücünün dışında (bir şey ile) sorumlu tutmayız. Söylediğiniz zaman, yakınınız olsa bile, artık adaletle söyleyin. Allah'ın ahdini yerine getirin (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi ve iradenizi Allah'a teslim edin). Böylece tezekkür edersiniz diye, (Allah) işte böyle, size onunla vasiyet (emir) etti.

Fecr - 27-28-29-30 Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh(mutmainnetu). İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten). Fedhulî fî ibâdî. Vedhulî cennetî. Ey mutmain olan nefs! Allah'tan razı ol ve Allah'ın rızasını kazan. (Ey ruh!) Allah'a (Rabbine) geri dönerek ulaş. (Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah'a ulaştırdığın zaman), (Bana kul olursun) kullarımın arasına gir. Ve cennetime gir.


İşte sevgili kardeşlerim verdiğimiz ayetlerde Allah geri dönmesi kaç dediği ulaş dediği yönel dediği emir bize emanet olarak üfürülen ruhumuzdur.
Osmanlı da yaşayan ermişler Allah’ın bu gerçeklerini biliyorlardı ve hayatlarına tatbik etmişlerdi. Bu yüzden halk arasında onlara ermiş veya erenler deniyordu. Yani ruhlarını Allah’a erdirmişler.

Allahın bu farzı Kur’an-ı Kerim’de var olmasına rağmen birçok insan şeytanın adımlarına tabi olup Allah’tan tamamen uzaklaştı.
Öyleyse tek bir yol vardır ya Allah’a ermiş evliya olmayı dileyeceğiz. yani bu dünya hayatında iken ermişler gibi evliyalar gibi ruhlarımızı Allah’a ulaştırmayı dileyeceğiz ya da şeytana uyup onun adımlarıyla gideceğiz. Ne yazık ki bu kişinin sonu cehennem olacak.

Kuranı kerimde çok açık bir şekilde dileyenin, isteyenin sadece Allah olduğu buyrulmuştur. İstenen şey ne diye baktığımızda. Cennet-cehennem, dünya-ahiret vb. şeyler değil “Beni isteyen” buyrulmuş. Yunus Emre Hazretlerinin dörtlüğünde “Bana seni gerek seni” diyerek sadece Allaha yöneldiğini hatırlıyoruz. Hurileri, cenneti, makamları istemek yerine bazen Allah dostları değişik olaylarla bu oyalı çok açık bir şeklide anlatmışlar. Bir gün Allah dostlarından elinde bir kova ateş ve bir kova su ile camiye gitmiş, sormuşlar “ne yapıyorsun camide ateş ve su ile” o Allah dostu söyle söylemiş ”elimde ateşle cenneti yakmaya su ile de cehennemi söndürmeye gidiyorum.” Demiştir. İnsanların Allahtan başka bir arzularının almaması gerektiği dile getirmiş. “Kim neyi istiyorsa ver. Dünya isteyene dünya, şöhret isteyene şöhret, mal isteyene mal ver Ben seni istiyorum.” Diye hatırlatmıştır. Sadece Allah’ı istemenin Allah dostlarında değişik şekillerde dile gelişi ve defasında çok az insanlar bu öğütleri almışlardır..”yunus emre hz bir dörtlüğünde şöyle ifade ediyor

Uçmak Uçmağım dediğin,
müminleri yiltediğin
Bir ev ile birkaç huri,
hevesim yok koçmak için

Bunda dahi verdin bize,
ol hurilerden çift helal
Andan dahi geçti arzum,
arzum Sana varmak için


öyleyse Allah dostlarından Allaha ulaşmanın Allaha yönelmenin ne kadar önemli olduğunu bunun kurana göre farz olduğunu görmemek elde değil bunda belki birçoğumuz haberdar değildik. Bunun tek sebebi şeytan olmasıdır. İnsanları hidayete erdirecek bir olay ve şeytan bunu engellemiş tek hedefi insanları hidayette olduğunu zannettirip aslında hidayeti yaşamamalarını sağlamaktır.

öyleyse sevgili kardeşlerim allahı dilemek onun zatını dilemek kuranı kerimin en büyük farzlarındandır.hepinizin kalbinde Allah olsun onun nurlarıyla dolması dileklerimizle
Allah razı olsun

Tokatçı Bölüğü

Tokatçı Bölüğü (Tolga Yıldıran)
Osmanlı devletinde, Akıncılar arasında bir de tokatçı bölüğü vardı. bu Bölük ağır idmanlarla eğitilmek suretiyle yetiştirilirdi. Bu idmanların en önemlisi ise yağlı mermere tokat idmanıydı. Akşama kadar yağlı mermerlere tokat atarak kendilerini yetiştirirdi, bu askerlerden mermeri çatlatmayı veya kırmayı başaranlar tokatçı bölüğüne alınırdı. Atılan tokat sebebiyle ellerinde nasırlar oluşurdu. Attığı tokatlar duvarı yıkar ve bir insanı rahatlıkla öldürebilirdi.Savaşlarda tokatçı bölüğü ordunun en başında yer alırdı. Bu tokatçı bölüğü beyaz kefeni giyer sadece yüzü ve elleri açıkta kalacak şekilde bembeyaz ordunun en başında yer alırdı. Savaş başlayınca şehit olma arzusu içinde Allah Allah nidalarıyla koşarak düşman üzerine giderlerdi. Tokadı yiyen atlılar miğferliler hiçbir işe yaramıyor adeta sersemliyorlardı. Sevgili okuyucular düşünün bir savaştasınız ve üzerinize sadece elleri ve yüzü açıkta kefen giymiş bir ordu ölmek için geliyor. Söylerken bile insanın yenildiği aklına geliyor. Tokatçı bölüğünün işi bittikten sonra, savaş rahatlıkla kazanılırdı. Her hangi bir darbe almayan veya tokat yediği halde hayatta kalan askerler bırakılırdı. Bu askerler bir daha Osmanlı ordusuyla savaşmaya cesaret edemezlerdi, savaşsalar dahi düşük bir performans ortaya koyarlardı.
Bu tokatçı bölüğü hiç evlenmemiş tasavvuf hayatı güçlü, şehit olmayı şeref sayan kişilerden oluşurdu. Ne pahasına olursa olsun, ya şehit olacak, ya da bu savaş kazanılacak, düşüncesiyle yetişirlerdi.

Osmanlı Nasıl Kuruldu.

Osmanlı Nasıl Kuruldu. (Tolga Yıldıran)
Sevgili okuyucular Osmanlının kuruluşuna nasıl başlamış o koca imparatorluk bütün dünyaya nasıl nam salmış adaleti nasıl yaymış?
Osmanlı imparatorluğunu kuran ve ilk padişah olan Osman Gazi hayatının sonuna kadar “emir” yani “bey” olarak anılmıştır. Hayatının sonlarına doğru uç beyi olmuştur.Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüt’te veya Osmancık’ta dünyaya geldi. Babası Ertuğrul Gazi ve annesi Halime Hatundur. Ertuğrul Bey’in üç oğlundan biridir. Diğer kardeşlerinden büyük değildi fakat adeta bir idareci olarak yaratılmıştı. Bu hususta büyük kabiliyet sahibi idi.Ertuğrul Gazi bir gece gittiği Kur’ân-ı Kerim sohbetinde o güne kadar işitmediği şeyler dinledi. O gece uyumak için girdiği odada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerim’in huzurunda hürmet ve tazimle ayakta durdu. Sabaha karşı uykuya daldı. Bu sırada rüyasında kendisini “Sen benim kelâmıma hürmet ve tazimde bulundun. Ben de senin evlâdına kıyamet gününe kadar daim olacak bir ulu devlet ihsan eyledim.” dendi. Ertuğrul Gazi bunun üzerine yanına Osman Beyi alarak Konya’ya, Mevlâna’ya giderek ona tâbi oldu. Mevlâna, küçük Osman’ın başını okşayarak “Biz kendimize bir oğul bulduk.” dedi ve hayır dualar etti. Geri dönen Ertuğrul Gazi ve oğlu Osman Bey, artık Şeyh Edebali’nin derslerine devam ediyorlardı. Osman Bey bir gece rüya gördü. Derhal Şeyh Edebali’ye giderek rüyasını anlattı. Osman Bey rüyasında Şeyh Edebali’nin koltuk altından çıkan bir nurun gelip kendisinin göğsüne girdiğini görmüştü. O nurun girmesiyle Osman Bey’in karnından bir ağaç peydah oldu. Birden dallanıp budaklanarak dalları çok yükseklere ulaştı. Altındaki nice dağları ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve nehirlerden birçok insan gelip istifade etmeye başladığı sırada Osman Bey uyandı. Şeyh Edebali bu rüyayı şöyle yorumladı.
“Oğul! Sen, Ertuğrul Gazi oğlu Osman, babandan sonra “bey” olacaksın. Kızım Mal Hatun’la evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar. Allahû Tealâ nice insanın huzur ve saadete kavuşmasına İslâm dîni ile şereflenmesine senin neslini vesile edecek.” dedi. Şeyh Edebali, Osman Bey’in yapacağı büyük hizmetlerde kendisinin de nasibi olmasına çok şükretti. Çok sevgili kızının Osman Bey’le nikâhını kıydı.
Osman Bey 24 yaşındayken babasının yerine geçti. Önce Kastamonu’daki Çoban oğullarına sonra da Kütahya’daki Germiyan oğullarına bağlı idi. Onlar da Selçuklu Sultanı’na bağlıydılar. Karacahisarı fethetmesi ve Dursun Fakih’e kendi adına hutbe okutması ile Osman Bey yarı istiklâlini kazandı. Bizans şehirlerini birer birer fethetmesi üzerine telâşa düşen Bizanslılar onu ortadan kaldırmak için bir düğün vesilesiyle baskın hazırladılar. Baskına baskınla cevap veren Osman Bey, 1299 yılında Yarhisar ve Bilecik’i fethetti ve beylik merkezini Bilecik’e nakletti ve fitneye sebep olan Yarhisar Tekfuru’nun kızı Nilüfer’i (Halofura’yı) oğlu Orhan’la evlendirdi. Bu tarih (1299) Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı kabul edildi.
Bir rüyadan doğan Osmanlılar tam altı asır Dünyaya egemen olurlar, hakim olurlar. Otuzaltı padişahtan kimi elli yıl, kimi ancak bir kaç ay saltanat sürdü. Osman Bey, Osmanlı Devletini ve Osmanoğullarını kuran ve adını devletine ve soyuna vermiş bulunan ilk Osmanlı Sultanıdır Osman Bey öldüğünde, kılıcından, elbisesinden ve mühüründen başka bıraktığı miras yoktu. Osman gazinin oğlu Orhan gazi başa geçince Osmanlı hızla ilrlemeye başladı. Her gittiği topraklarda allahın dinin yaydı. Onlara hidayet götürdüler.
Osmanlı ya düşman olan ülkeler Osmanlı için böyle bir millet yıkılmaz. Şayet ellerinde kuranı kalplerinden zikri kopardığınız zaman Osmanlı yıkılır demektedirler. Osmanlının Allaha olan bağlılıklarını hepimiz biliriz bütün boyutlarıyla yaşamış ve tatbik etmişlerdi. Peygamber efendimiz (sav), “faydasız ilimden Allah sığınırım.” Diyor Osmanlı da bu faydasız ilimden sıyrılıp ilmi Allahın dostlarından öğrenmişlerdir.

Osmanlı da Ahilik

Osmanlı da Ahilik (Tolga Yıldıran)


Sevgili okuyucular Osmanlı Devleti’nde esnaf örgütlenmesinin ilk dönemlerinde, ahilik teşkilatı (örgütü) yer alır. Arapça bir kelime olan ve “kardeşim” anlamına gelen “ahi” kelimesinden adını alan bu teşkilatın üyeleri arasında kardeşlik ve dayanışma çok esaslı bir şekilde yer etmiştir. Anadolu’da göçebe kültüründen şehir kültürüne geçişte bir vasıta olan ahilik, her iki kültürün de benimsediği ahlaki değerlerle bütünleşmiştir.Ahiler, bir sanat ve meslek topluluğu olmakla beraber, asıl iktisadi niteliklerinden ziyade dinsel, sosyal ve politik değerleri özünde toplayıp bir araya getirme ve cömertlik, muhtaçlara yardım, zulüm görenleri koruma gibi yönleriyle tanınmışlardır.
ahilik, sadece hayırsever esnaf kuruluşları haline dönüşerek toplumsal bir görev üstlenmişlerdir. Bu teşkilatın Anadolu’da kurulmasında fütüvvet anlayışının büyük etkisi vardır. Fütüvvet kelimesi, eli açıklık, yiğitlik, yardımseverlik ve olgun kişilik anlamlarına gelir. Başka bir anlatımla, eski esnaf teşkilatından ve fütüvvetten söz eden bu fütüvvetnâmelerde, sanatın genel ilkeleri, gizli kalması gereken sırları, sanata girmek için geçirilmesi gereken imtihan gibi aşamalar ayrıntılı bir şekilde yazılmıştır. Görüldüğü üzere, fütüvvet teşkilatı, genç sanatkar ve zanaatkarların bir araya gelerek ve aralarından birini de reis seçerek teşkil ettikleri dini ve iktisadi nitelikti bir topluluk olup başlangıçta tasavvufi bir nitelik taşımaktadır. Mutlaka bir mürşide tabi olmuş tasavvuf ilminde de kendini yetiştirmiş olmalıydı.
Fütüvvet anlayışı içinde bir sanat sahibi olanlara ahi denilmiş; ve ahi olabilmek için üretici ve faydalı bir sanat sahibi olmak gerekli görülmüştür. Ahilik de, fütüvvet ahlak ve dayanışma anlayışına dayalı İslamî bir esnaf ve sanatkar teşkilatı olarak Türk tarihinde yerini almıştır. Özellikle Fatih devrinden itibaren ahilik siyasi bir güç olmaktan çıkarak esnaf birliklerinin idari işlerini düzenleyen bir teşkilat halini almıştır. Esasları, ahlaki ve ticari kuralları fütüvvetename adı verilen kitaplarda yazılmış olan ahilik teşkilatı, İslam dünyası ve özellikle Anadolu şehir kasaba ve köylerindeki esnaf ve sanatkarların faaliyetlerini, eleman yetiştirme ve denetimlerini düzenlemiştir. Ahilik teşkilatının başlıca amacı, insnalara tasavvuf ilmini aktarabilme Allah’a ulaşmanın farz olduğunu halka anlatması, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma düşüncesinin oluşturulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Yoksula, yabancıya, garip ve misafire sofra kurup onu beslemek ahiliğin temel kurallarını oluşturan ve ideolojisini karakterize eden hususlardandır. Ahiliğin sosyal karakteri doğruluk ve dayanışma noktalarında toplanmıştır. Kendi sanatından olanlara, ehli fütüvvete ve başkalarına yardım etmeyi, ahiler, başlıca görev bilmişlerdir. Ahilerin yaptığı bu sosyal yardımlar, hayır işleme ve sevap düşüncelerine dayanarak yapılmıştır. Bu açıdan, yarı mistik yarı sosyal ahlak düşüncesini zorunlu bir sosyal güvenlik kurumu derecesine çıkarmak mümkün olamamıştır. Ahilik teşkilatı içerisinde esnaf birlikleri, ustalar, kalfalar ve çıraklar yer almıştır. Çırak olabilmek için bir mürşide bağlanmış Allaha ulaşmayı dilemiş olması gerekiyordu. Kalafa aolabilmesi ise mutlaka allahın ermiş evliylarından olması gerekiyordu. Usta olabilmek ise mutlaka daimi zikre ulaşmış mürşit olmaktır. Esnaf sınıfıallahın dostlarından oluşmuş bir topluluk haline gelmişti.

Nizam-ül âlem Osmanlı

Nizam-ül âlem Osmanlı (Tolga Yıldıran)
Osmanlı imparatorluğu: Üzerinden bunca asır geçmesine rağmen hala tartışılan, konuşulan, yorumlanan kocaman bir devlettir.
Şeyh edep alisi, Mevlana’sı, Fatih’i, Yavuz Sultan Selim’i, Kanuni’si, Barbaros Hayrettin Paşa’sı, Piri Reis'i, yeniçerileri, akıncıları, hoşgörüsü, adaleti, esnafı, sanatkarı, halkı ile ilgili yapılan bütün yorumlara rağmen tarihin belleğine Nizam-ül Âlem (âleme nizam veren) olarak kazınan Osmanlı.
Osmanlının yaptığı fetihler ve altında yatan amacı anlayamamış insanların anlattığı gibimiydi acaba Osmanlı? Osmanlı, kurucuları ve manevi sultanlarıyla kurulan bir devlettir. Allah yoluna vakfetme duygusunu hiç hissetmemiş, beklide Osmanlıda utanç duyan insanların anlattıkları kadar mı Osmanlı? Hayır, kardeşlerim. Osmanlı Allah yolunda her şeyini adamış bir devletti ve tüm dünyaya Allah’ın dinini yaymak amaçlı gitmişti. Osmanlıyı birde bizden dinleyin. Nasıl Nizam-ül Âlem oldu.
Sevgili okuyucular, Osmanlı 1299 yılında bir kıl çadırdan başlayıp 600 yıl üç kıtaya hükmetmiş, kocaman bir imparatorluktur. Osman gazinin ismini verdiği, şeyh Edep Ali'nin manevi desteği ile bu devlet kuruldu. Osmanlı yalnız i'lây-i kelimetullah için (Allah kelimesinin ilelebet devam etmesi için) fetih yapardı. Yani fethin arkası, mutlaka adaletti. Adaletsiz ülkelere adaleti getirebilmek. Ve başarı her zaman geçerli idi. Osmanlı, bu vasfını devam ettirdiği sürece, tarihinin en parlak çağlarını yaşamış, nizam-ül âlem olmakta devam etmiştir.
İlk Dört yüz sene içinde küçük bir beylikten cihana hükmeden koca bir imparatorluğa dönüştü Osmanlı. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'un fethi için aylarca uyumadı. Yavuz Sultan Selim insanı iliklerine kadar kavuran çölü ordusuyla 13 günde geçti. Yeniçeriler, Akıncılar "Allah, Allah" diye koşardı savaşa, huşu içinde, korkusuzca. Ulubatlı Hasan vücuduna isabet eden oklara rağmen kalenin burcuna bayrağı dikti. Hiçbir fetih kuru bir cihangirlik davası uğruna değildi. Sadece ilây-ı kelimetullah için savaş verilirdi. Onların herşeyleri; ama herşeyleri Allah içindi.
Başta Allah'ın bir Mürşidi, ona bağlı padişahı ve bu şekilde uzanan bir zincir içerisinde Âdem-i Merkeziyet sistemi her alanda Allah'a itaati temsil etti. Yıldırım Bayezid'in ordusunun savaşlarda yıldırım gibi hareket etmesinin sırrı, ordunun yüzde yüz itaatinden başka bir şey değildi. Osmanlı ordusu her zaman seri hareket ederdi.
Osmanlı bir zaman dünyayı titretti. Yüzde yüz Allah'ın emrinde bir devletten başka ne beklenebilirdi. İtaat, gayret, himmet, nusret Osmanlı'yı Nizam-ül Alem haline getirdi.


Nizam-ül âlem, Osmanlı'nın tanıtıcı vasfıdır. Osmanlı, nizam-ül âlemdi; yani âleme yön verendi. Âlemin, bütün dünyanın nizamını temin etmekle, Osmanlı kendisini vazifeli görüyordu. Nerede, hangi millet bir diğerine haksızlık etmişse, bu Osmanlı tarafından duyulduğu anda; Osmanlı derhal müdahale ederdi oraya. Haklının hakkını verdirene kadar savaş devam ederdi. Nizam-ül âlem olmak bu demektir. Âlemin nizamı, Osmanlı'dan sorulurdu. Yükselme devresi boyunca Osmanlı buydu.
Her geçen gün Allah'a biraz daha bağlanan, Kur'ân'ı bütün boyutlarıyla yaşayan, ruhlarını, vechlerini, nefslerini, iradelerini Allah'a teslim etmiş; akıncılar, yeniçeriler, Allah'ın askerleri, Allah'ın göklerdeki ordularıyla beraber savaş verirlerdi.
Öyleyse böyle bir dizaynda bu insanlar; nizama, âleme örnek olmuşlardır. Osmanlı, her gittiği yere adalet götürmüştür. Osmanlı, muhteşem bir Âdem-i Merkeziyet Sistemi'ni devreye sokmayı başarmıştır. Uç beylikleri, beylikler, beylerbeyliği bu Âdem-i Merkeziyet Sistemi'nin anahtarıdırlar. Haslar ve tımarlar, fethedilen ülkelerin bir nevi sahibi olmayı ifade ederdi.
O sahip olunan, Osmanlı ordusunun akıncılarıyla elde edilen yerler, onların müdafaası, akıncılara aitti. Ve oranın beyi, akıncıların başındaki kişiydi. Devlete vergisini verirdi; ama o yerin sahipliği ona aitti. Osmanlı adına o yeri işgal eden kumandan, o arazinin sahibi olarak fermanla sahipliğe ulaştırılırdı. Belli bir sayıda akıncı beslemekle görevliydi ve sefere çıktıkça yeni yerlerin tımarlara, haslara, zeametlere katılmasıyla Osmanlı memaliki devamlı büyüyor, adalet bütün dünyaya yayılıyordu.
Sevgili okuyucular, akıncı deyip de geçmeyin. En az üç lisan bilen muhteşem cengâverlerdi bu insanlar. Sadece Allah için yaşarlardı. Hayatlarını Allah'a vakfetmişlerdi. Öyleyse, padişahın bu insanlara ne kadar değer verdiği, bizi alâkadar ettiği için tarihimizin arasından çıkarttık ikinci Murat'ın Evrenos Bey'e gönderdiği mektubu. Orada bir beylerbeyine padişahın bir fermanı var. O fermanda Osmanlı'nın bütün ruhu anlatılmaktadır.
Osmanlı yalnız i'lây-ı kelimetullah için (Allah kelimesinin ilelebet devam etmesi için) fetih yapardı Ne zaman ki saraya Allah'ın mürşidlerinin yerine cinci hocalar girdi ve ilm-i nücumla, artık şeytanla ilişkiler kurulmaya başlandı. Osmanlı o noktadan itibaren duraklama devrine, daha sonra da gerileme devrine girdi.
Sevgili okuyucular, Osmanlı için bir korkunç dizayn söz konusu oluyor. Bu devirde Osmanlı, tarihî kişiliğini yitirmiştir ve "Nizam-ül Âlem" olmaktan, "Nizam-ül Cedide", yeni nizama geçmiştir Osmanlı. Ve İbrahim Paşa (bir devşirme Paşa'dır) hâlâ tarihçilerin bilinmeyen sebeplerle diye kapalı tuttuğu bir dizayn içersinde, bütün akıncıları birbirine katar düşmana kırdırmayı başarmıştır. Sevgili okuyucular her zaman bütün orduların içinde hainler bulunur.
Kısacası Allah'a ve onun mürşidlerine itaatleri sayesinde âleme nizam verir hale gelen Osmanlı, mürşidlerin yerini cinci hocaların almasıyla şeytanın adamlarının elinde günden güne eridi gitti.
Devamı var
tolga yıldıran

OSMANLIDA ADALET

OSMANLIDA ADALET (Tolga Yıldıran)

Sevgili okuyucular, Osmanlı’yı düşünelim. Ufukların Efendisi Osmanlı’yı... Osmanlı, Avrupa fethini gerçekleştirirken bir hedefle oraya gitti; orada adaleti temsil etmek üzere, orada adaleti oturtmak üzere. Asillerle halk arasındaki o büyük dengesizliği, Osmanlı yakından biliyordu. Ve bu adaletsizliği gidermek, yerine adaleti ikame etmek, Osmanlı’nın temel vasfıydı. Ve Osmanlı, Yükselme Devresi boyunca bu dünyadaki en sağlam yapının sahibiydi. Yaklaşık 400 yıl... Osmanlı’nın adım adım cihan hâkimiyetine çıkışı ve Nizam-ı Âlem devlet oluşu ve bunu devam ettirmesi, büyümesi…

Sevgili okuyucular, şimdi dikkatle tarihe bakın. Osmanlı, fetihler yapıyor. Osmanlı askeri nereye giderse, orada hiçbir şeyi bedelsiz olarak almıyor. Sahibini bulamadı, o zaman ağaca asıyor aldığı nesnenin bedelini. Osmanlı, gittiği her yere adalet götürmüştür. Ufukların Efendisi olan Osmanlı’nın adaletine, Avrupa hayrandı. Kendi ülkelerinde hiçbir zaman göremedikleri adaleti, Osmanlı sağlıyordu.

2 murat sefere çıkıyor. Ve diyor ki askerlerine: “kul hakkı olan benimle sefere çıkamaz. Hazineden dilediklerinizi alın o zaman benimle gelebilirsiniz.” Ordu Edirne yakınında konaklıyorlar. Bir bezirgân sabah içtimasında padişahın atının ipine yapışıyor. Diyor ki “maruzatım var”. Padişah ,”söyle bezirgân başı ne istiyorsun.” Bezirgân başı; “senin askerlerinden biri benim bahçemden elma yemiş parasını da asmamış adalet istiyorum” diyor. Padişahın gözleri yaşlarla doluyor diyor ki askerlerine “benim size tembihimi ne çabuk unuttunuz. Hani kul hakkı olan benimle gelemezdi. Hepiniz hazinede paraları aldı ve ödediniz öyle geldiniz, şimdi buna nasıl cüret edersiniz. Kim yaptı bu büyük küstahlığı” diyor.
Askerlerden birisi bir adım öne çıkıyor diyor ki “ben yaptım padişahım.”Padişah; ”Evladım utanmadın mı bunu yaparken.” Asker; ”Utanmadım padişahım çünkü aslını düşünemedim konunun” padişah; “ne demek istiyorsun” diyor. asker; “bir elma yerdeydi iki çürüktü. bir çürük elmanın bedelinin olabileceğini düşünemedim” diyor. asker ağlıyor ve af diliyor. 2.murat’da ağlıyor ve diyor ki; “bezirgan başı söyle ne istiyorsun”

Bezirgân, “bir kese altın istiyorum” diyor. Padişah “verin” diyor. Vezirler itiraz ediyorlar. “bir çürük elmanın bedeli bir kese altın olabilir mi” Padişah, “olmalıdır verin” diyor. Bezirgân araya giriyor,”istemem diyor. Beni de aranıza alın sizin aranızda olmak istiyorum”.
İşte 2.Murat’ı görüyorsunuz ağlıyor bezirgânda ağlıyor. O erde ağlıyor. Ve seferi tamamlıyorlar.

Sevgili okuyucular Osmanlı bu yönü ile bütün dünyaya nizam kurdu ve adaleti her yere götürdü. Gittiği bütün ülkelerde çocukları getirip bırakırlardı. “bizim çocuklarımızda sizin gibi olsun. Adaleti temsil etsin” derlerdi. Osmanlı Allahın kanunlarını götürdü, temel hedefte bu idi zaten.
Osmanlı’nın dünya hâkimiyetiyle günümüzde bunu yapmak isteyen ülkelerin dünya hâkimiyeti arasında çok büyük bir farklılık vardır. Osmanlıda adalet bütün boyutlarıyla sağlanmıştır, ikincisinde mevcut değildir.

İstanbul'un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet bütün mahkûmları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi.
Durum Fatih Sultan Mehmet’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih Sultan Mehmet'e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti: “Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu ispat ediniz.”
Fatih Sultan Mehmet'in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi... Bursa'da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hasta imiş. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. sabah olunca Yahudi ile bir anlaşmazlığa düşmüş. Erkenden atı da alıp kadının yolunu tutmuşlar. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz makamına gelmemiş olduğundan atı mahkemenin kapısına bağlayıp kadıyı beklemişler kadı biraz geç gelince dava başlamış. Kadı Yahudi yi haksız bulup atı tekrar iade almasında karar kılar. Ve dava biter. Çıkarlar atı almak için ama ne görsünler! kadının kapısında bağlı olan at ölmüş. Şimdi ne olacaktı. Yahudi “ben bu atın parasını ne diye vereceğim at ölmüş.” diyor. Müslüman ise “peki ben haksızlığa uğradım ben ölü atı ne yapağım” deyince Tekrar anlaşmazlığa düşerler. Kadıya çıkarlar
Hadiseyi öğrenen kadı elini kuşağına atar ve Müslüman’a para verir. ‘işte atın parası dava bitmiştir.”papazlar bir mana veremezler kadıya sorarlar kadı da derki:“eğer ben sabah, vaktinde makamıma gelseydim at sahibinde ölecekti. Suçlu olan benim” der.
Bu arada papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler.
Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik'e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:
Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister.”Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir. O da şöyle söyler:”Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir dilediğini yap, der. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca meseleyi kadıya intikal ettirirler. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlarlar. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul'a Fatih Sultan Mehmet'in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler: “Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak Allahın hak dininde vardır. Böyle insanların bulunduğu bir topluluk da bulunmak istiyoruz. Artık bizde sizler gibi olmak istiyoruz” derler ve Allah’a müracaat ederek Allah’ın dinini öğretecek bir mürşidi (irşad eden) ararlar. Ve onlarda artık gerçeği görmüş İslam dinini yani teslim olma dinini yaşamışlar. Mutluluğu yaşamışlar bütün Osmanlı, halkın çoğu bu şekilde yaşamışlar.


Osmanlı İmparatorluğu’nda hak ve adalet öylesine dakik gerçekleşiyordu ki; engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar Osmanlı ülkesine sığınıyorlardı. “Dünya dönüyor” dediği için ölüme mahkûm edilen Galilie, kurtuluşu inkâr etmekte buluyordu. Reformist Martin Luther King:
-Yarabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de Senin İlâhi Adaleti’nden onlar sayesinde nasiplenelim, diyordu.
Sevgili okuyucular Osmanlının bu durumunu ve şimdi Türkiye’nin durumunu kıyaslamak mümkün değil değimli?
Osmanlı da mahalle başlarında bir küp bulunur. Bu küpe mahalle sakinleri zekâtlarını bırakırdı. ihtiyaç sahibi ise sadece ihtiyacı kadarını alırdı. Zaman olurdu ki, zekât verecek kimse bulamazlardı. Adam zekâtını bir keseye koyup üzerine “bu benim zekâtımdır. Verecek kimse bulamadım ihtiyacı olan alsın” yazarak, keseyi bir ağaca asar. Zekâtı asan kişi birkaç ay sonra ağacın yanından geçtiğinde zekâtını alan olmadığını görüyor.
Osmanlı da camilerde bir köşeye bir perde çekilirmiş ve perdenin ortası delik. Giren çıkan elini delikten sokar, zekâtını bırakırmış ihtiyaç sahibi ise yine elini sokar alırmış. Kimin ne kadar bıraktığını, kimin ne kadar aldığını kimse bilmezmiş. Böyle bir sistem şimdi günümüzde mümkün görünmüyor. ve aklımızı zorluyor. Nasıl olmuş da böyle yaşamışlar. Düşünün sevgili kardeşlerim böyle bir halkın içinde olmak için can atarız. Biz o insanların torunlarıyız. Böyle insanları kimse yıkamazdı. Osmanlı devleti halkı ile tüm dünya ya hükmetti. Tabi böyle yaşamayanlarda vardı. Osmanlı aralarında Yahudi yi Hıristiyan ı içinde barındırıyordu. Ama onlarda Osmanlıya hayrandılar. Osmanlının adaletine sığınmış iç içe yaşıyorlardı.
     
İste, Fatih Sultan Mehmet, iste İstanbul'da bir Rum; Fatih Sultan Mehmet talepte bulunuyor, diyor ki: "Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum."
Biliyorsunuz her arazinin bir rayiç bedeli vardır yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Alt hududu bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmet, üst hududun iki katini veriyor; ama Rum vermemekle ısrar ediyor. Cami kurulmasına gönlü razı olmuyor. Bir Hıristiyan; bu da onun kabahati değil, içinden gelen sey öyle. Hak sahibi vermezse vermez; ama Fatih Sultan Mehmet'in de kızmış kafası.
“O kadar fazla para verdiğim halde, bu adam vermiyor; demek ki bunu inadından yapıyor; nefsani davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsani değil ruhani" diyor.

Alıyor adamın arsasını, bastırıyor; camiyi yapıyor. Adam perişan. Adamı üzgün gören biri:"Ya bu kadar üzüntünün sebebi ne?" Anlatıyor adam derdini "iste" diyor. "Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan Padişah; daha ötesi yok, onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre her şey bitti". Diyor. Bizim Osmanlı diyor ki: "Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın. Padişah da olsa o hesabi görür". "Yani" diyor "ne demek istiyorsun?" Adamcağız hiç inanamıyor; ama "Hadi gideyim mahkemeye, ben müracaat edeyim." diyor. Kadıya müracaat ediyor.
Gerçekten de Fatih Sultan Mehmet mahkemeye gelince, adamın gözleri hayretten açılıyor. Fatih Sultan Mehmet ayakta; Kadı Efendi oturuyor ve mahkeme başlıyor. Fatih Sultan Mehmet'in, adamın arsasını zorla iktisaba etmekten elinin kesilmesi konusunda bir karara varılıyor. Fatih Sultan Mehmet'in eli kesilecek. Ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha var; eser bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşer. Bu kanun gereğince teklifte bulunuluyor.

Deniyor ki: "Bunun bedeli su kadar altın, bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, Padişah ödemese bile, onu sana beyt'ül mal öder. Razı misin?"

Rum, şaşkın saskin Padişah’a bakıyor, inanamıyor, sonra "Tabi razıyım. Razı olmaz miyim? O padisah" diyor.

Adam razı olduktan sonra, Fatih Sultan Mehmet diyor ki:
"Benden beyt'ül mal’ın talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim ve her gün de bir altin daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata."

Ve mahkeme biter bitmez kadı yerinden kalkıyor, Fatih Sultan Mehmet'in ayaklarının yanına gelip diz çöküyor,

"Padişahîm şu ana kadar ben, Allah’ı temsil ediyordum, ben oturuyordum siz ayaktaydiniz. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah’ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizlisi temsil ettiğiniz mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah’ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. şimdi benim görevim bitti. şimdi bana, sana tâbî olan, senin imparatorluğunun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer" diyor.
Bu size neyi anlatıyor? Adalet müessesesini anlatıyor. Osmanlı'nın adaletini anlatıyor. Adamlar, o güne kadar bir asille, bir halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan birisine hakkını verecek. Asırlar boyunca böyle bir şey görülmemiş Ortaçağda Avrupa'da. Böyle bir şey yok. İlk defa Osmanlı götürüyor adaleti. İnsanlar arasında, Kur'ân-ı Kerîm'e göre fark olmadığını orada ispat ediyorlar insanlara (İslâm'ın ne olduğunu.)
Osmanlı düzeninde, hemen görülmeyen davalar, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı adaletinin bu husustaki şöhreti ise, cihanşümûldü.
Batılıların bu konudaki görüşlerinden birkaç örnek:

"2 veya 3 celsede nadirdir, ekseri dâvâlar bir celsede hükme bağlanır." (d'Ohsson, VI, 204-5).

"En mühim dâvâlar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa'da olduğu gibi hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez". (Sir Paul Ricaut, II, 327).

"XV. asrın sonlarında Türk adaleti, dünyanın en liberal, şefkatli ve doğru adaleti idi." (Cantacasin,14-5).


Esir olarak birkaç yıl İstanbul'da kalan ve Türkiye'de gördüklerini İspanya kralı II. Felipe'ye takdîm ettiği eserinde anlatan bir İspanyol müellifinin müşahedeleri şu şekildedir:

(Kânûnî Devrinde İstanbul, 95-102).
"Türk'ün adaleti, Hristiyan olsun, Mûsevî olsun, müslüman olsun, herkese eşit şekilde tatbik edilir. Kadı'nın kürsüsü üzerinde Kur'ân'ın yanında bir haç ve bir Tevrât bulunur. Kadı, Hristiyan'a haçı, Mûsevîye Tevrât'ı öptürerek yemin ettirir."
"Türkiye'de iltimas mektubu geçmez. Adaletlerinin en iyi yanı, dâvâların kısa sürmesidir. İspanya'da olduğu gibi, 'nasıl olsa dâvâ bitmiyecek' diye haklı taraf, haksız tarafla uyuşmaya mecbur bırakılmaz. Gerek kadı mahkemesinde, gerek Dîvân-ı Hümâyûn'da dâvâlar bitince mübaşir: 'Kimin maslahatı var?' diye üç defa bağırır. Dâvâlar bitmeden kadı veya kazasker, kürsüden kalkamaz..."



Vatandaş, çok mühim dâvâlar için kadı'ya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf kedhudâları, hakem olarak çözerlerdi. Böyle şeyler için çok mühim bir adam olan kadı'nın huzuruna çıkmak ayıptı. Gerçi kadı, bir akçalık dâvâyı görmeye kanunen mecburdu. Ahlâk ve gelenekler çok sağlamdı. O zamanki dâvâ sayısı ile bugünküler rakam şeklinde mukayese edilirse, ortaya çok feci bir sosyal durum çıkar. Bugün ülke, adeta birbiriyle anlaşamayan insanların yurdu olmuştur. En az suç işlenen ülke Osmanlı iken şimdi tam tersini görüyoruz.

Sevgili okuyucular bir gün bizlerde Osmanlı gibi yaşayacağız. Sulh ve sükûnu yaşayacağız. O günleri yaşamamız dileğiyle…
ALLAH RAZI OLSUN

Tolga YILDIRAN

23 Mart 2010 Salı

Hedef Cennet değil Allahtır.

hedef cennet değil Allahtır. (Tolga Yıldıran)
Bu dünya hayatı bizler için bir imtihan yeridir. Allahû Teala bizleri bu dünya sonucunda bizleri ya ceza, ya da mükâfatla sonuçlandıracaktır. Bunlar, cennet ve ya cehennemdir. Günümüz insanlar Allahû Tealâ’nın istediği şekilde yaşıyorsa tamam ama ya yanlışlar ve hurafelerle karışmış bir yaşantı varsa, işte orada tehlike var demektir.
Cennet ve cehennem, ahiret hayatımızda yaşanacak olan mekânlardır. Her şeyin sahibi Allahû Tealâ’dır. Şeytan ise boş durmuyor. İnsanları cennet hayalleri ile süsleyip, Allah’ı dilemelerine engel oluyor. Neden mi? Çünkü insanların cenneti dilemesi onlara cenneti sağlamıyor. Hedefleri Allah olmalıdır. Allahû Tealâ’da böyle istiyor. Yunus Emre’nin bir dörtlüğünde

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni

Yunus bu dörtlüğünde hedefinin Allah olduğunu ifade etmektedir. İşte şeytanın en büyük tuzağı budur. İnsanların Allaha ulaştırmayı dilemekten men edip, cennete gitmek için amel yapmaları ve sonunda amellerinin heba olacağını biliyor. Yapılan ameller sadece bir araçtır. Amacımız Allaha ulaşmaktır. Ama şeytan amacı cennet yapıp araçları amellere bağlamıştır. Cennete gitmek için namaz kılanlar, hacca gidenler, zekât verenler ölünce de toplanan sevaplar sonucunda cennete gideceklerine inanırlar. Ama Allahû Tealâ cenneti takva sahiplerine vereceğini söylemektedir.

13 / RAD - 35
Meselul cennetilletî vuidel muttekûn(muttekûne), tecrî min tahtihel enhâr(enhâru), ukuluhâ dâimun ve zilluhâ, tilke ukbellezînettekav ve ukbel kâfirînen nâr(nâru).
Muttakilere vaadolunan cennet, altından nehirler akan ve onun meyvesi ve gölgesi daimî olan (bahçe) gibidir. İşte bu, takva sahiplerinin sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir.

Öyleyse cennete girebilmek için takva sahibi olmak gerekiyor Allahû Teala nasıl takva sahibi olacağımız Rum suresi 31. de açıklıyor

30 / RUM - 31
Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).

O'na (Allah'a) yönelin (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

Önce Allaha ulaşmayı dileyip sonra takva sahibi oluyoruz. Şeytanın gizlediği bu gerçek insanları maalesef cehenneme sürüklüyor. Ve hedefini yerine getiriyor. Şeytanın dinimize soktuğu en büyük hurafe ve bidatler budur ki insanlara cenneti arzulattırıp Allahtan koparmasıdır.

ALLAH RAZI OLSUN
Tolga yıldıran

hadis "Her Kötülüğün Başı Dünya Sevgisidir"

Her Kötülüğün Başı Dünya Sevgisidir (hadis)
Allahû Tealâ insanı yaratırken 3 bedenden yaratmıştır. Fizik vücut, nefs vücut ve ruh vücuttur. Bu her birinin kendine özgü bir yönü vardır. Fizik vücudun yönü kabeye, nefsin yönü dünya hayatına, ruhun yönü ise Allahû Tealâ’nın zatınadır. Eğer kişi nefsine uyup da ne kabeye nede Allaha yönelmiyorsa işte o kişi nefsinin emirleri doğrultusunda yaşıyor demektir.

28 / KASAS - 50
Fe in lem yestecîbû leke fa’lem ennemâ yettebiûne ehvâehum, ve men edallu mimmenittebea hevâhu bi gayri huden minallâh(minallâhi), innallâhe lâ yehdil kavmez zâlimîn(zâlimîne).
Bundan sonra eğer sana icabet etmezlerse (senin hidayete erdirme davetine uymazlarsa), bil ki onlar heveslerine tâbîdirler. Allah'tan bir hidayetçi olmaksızın (hidayetçiye değil de) kendi heveslerine tâbî olandan daha çok dalâlette kim vardır? Muhakkak ki Allah, zalimler kavmini hidayete erdirmez.

Ayeti kerimede de belirtildiği gibi, kişi kendi nefsi doğrultusunda dünya sevgisiyle yaşıyorsa bu hayat ona huzursuz bir mekân olacaktır. Nefse dünya hayatı süslü gösterildiğinden devamlı mutluluğu arayacak dünyada hayatında bulamayacaktır. İşte insan ruhun yönü olan Allahû Tealâ’ya, bu nefsi yönelmese, yani Allaha ulaşmayı dilemediği takdirde dalaletten kurtulamayacaktır. Peygamber Efendimiz (sav)’de hadisinde “Her Kötülüğün Başı Dünya Sevgisidir” derken bunu kasdetmektedir. Kişi, nefsine uyup dünya arzuları peşinde koşarsa dalaletten kalacak sonunda gideceği yer cehennem olacaktır. İşte Peygamber Efendimiz (sav)’de her kötülüğün başı derken insanın dalalette kalması bu kötülüğün en büyüğüdür. daha kötü ne olabilir ki?

10 / YUNUS - 7
İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).

Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

Öyleyse bütün insanlar için geçerli olan bu kanun kesindir. Peygamber Efendimiz (sav)’in hadisinin belki de tek cevabını Allahû Teala yunus suresi 7. ayetinde tam olarak açıklamış diyebiliriz. Ya Allahû Teala’ya mülaki olmayı dileyecek ya da haliyle dünya hayatından razı olarak dalalette kalacaktır. Bundan daha kötü bir şey olamaz. Allahû telaya ulaşmayı dileyenler muhakkak Allaha dost olacaklardır. Ve Allah dostları için “onlara korku ve mahsun olmak yoktur.” Dediğinde bu kişi ye artık ne kötülük gelebilir ki? Allaha dost olan kişi ne kaybeder ki? Bütün kâinatı ona verseler hiç bir şeye değişmeyecektir. Hani bir söz vardır. “Allah’ı bulan neyi kaybetmiş ki Allah’ı kaybeden neyi bulmuş ki.”

ALLAH RAZI OLSUN
tolga yıldıran

22 Mart 2010 Pazartesi

Ruhun Üfürülüşü ve Özelliği

Ruhun Üfürülüşü ve Özelliği (Tolga Yıldıran)
Allahû Teala yaratıkları mahluklar: insanlar, cinler, melekler ve daha başka yarattığı bütün mahlukatlar içinde insan diğerlerinden üstün olarak yaratılmıştır. Çünkü Allahû Teala hiçbir mahlûkatına vermediği kendi ruhundan insana üfürmüştür. Bu sebepten insan, eşrefi mahlûkattır. Yani yaratılanları içinde en şerefli olandır. Yeryüzün halifesi olarak yaratılmıştır. Peki, Allahû Teala neden sadece insana ruhundan vermiş?
Sorumluluk taşıyan mahlûklar için konuşursak, bildiğimiz kadarıyla cinler ve insanlar vardır. Cinler: fizik vücut, nefs, irade ve akıldan münezzehtir. İnsanlar ise, fizik vücut, nefs, ruh, irade ve akıl olarak yaratılmışlardır. İnsanların cinlerden farklı oluşu Allahû talanın insanlara üfürdüğü ruh sebebiyledir. Ruh bir yaratık değildir. bizati Allahû Tealâ’ya ait olan bir mahlûkattır. Bedenimiz nefsimiz hepsi yaratılmıştır. Ama ruh üfürülmüştür.

32/ SECDE-9: sümme sevvâhü ve nefeha fiyhi min rûhihî ve ce'ale lekümüssem'a vel'ebsâre vel'ef'ideh, kaliylen mâ teşkürûn.
Sonra (Allah) onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve onu (onun ruhunun kalbine) sem'i (kalbin işitme hassası) basar (kalbin görme hassası) ve fuad (kalbin idrak etme hassası) hassalarına (sahip) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

Allahû Teala Adem (as) yarattıktan sonra bütün meleklere ve bütün cinlere bir emir vermiştir. Bu emir Adem’e secde emridir.

15/ HİCR-29: feizâ sevveytühü ve nefahtü fiyhi min rûhiy feka'û lehü sâcidiyn.
Onu nefsle dizayn edip ve Ruhumdan O'na üfürdüğüm zaman ona secde edin.

Allahû Tealâ önce insanı şekillenmiş bir çamurdan yaratıyor ve onun içine nefs vucudu dizayn ediyor. İnsana ruhundan üfürdüğü zaman, insan en üstün mahluk durumuna geliyor. Ve bütün meleklere ve cinlere secde emrini veriyor. İnsanı üstün kılan fizik vücudu veya nefsi değil ruhudur. Çünkü ruh ahsen olarak yaratılmıştır. Şeytan ise ben secde etmem diyerek asi olmuştur.

7 / A'RAF - 12 : Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(emertuke), kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
(Allahû Tealâ) şöyle buyurdu: “Sana (secde etmeyi) emrettiğim zaman, seni secde etmekten men eden nedir?” İblis: “Ben ondan hayırlıyım,beni ateşten ve onu nemli topraktan (balçıktan) yarattın.” dedi.

Aslında şeytan secde etmeme sebebini fizik olarak söylemiş çünkü bir bahanesi olacak bir şekilde secde etmeyecekti. Aslında secde emri Allahû Tealâ’nın Adem (as) a üfürüldüğü ruh sebebiyledir. Ama şeytan fizik vücudunu öne sürerek secde etmedi.

38 / SAD - 72
Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn(sâcidîne).
Böylece onu sevva ettiğim ve onun içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secde ederek yere kapanın!

İşte insana secde edilmesi gerçeği bu sebeptendir. Sadece insana verilen ruh bir emanet hüviyetindedir.

33/ AHZAB-72: innâ aradnel'emânete alessemâvâti vel'ardı velcibâli fe'ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal'insân, innehü kâne zalûmen cehûlâ.
Muhakkak ki biz, emaneti göklere, arza ve dağlara teklif ettik de bunu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o zalim ve cahildir.

İşte hiç kimsenin yüklenmediği bu emaneti insan kabul etti. Allahû Tealâ üfürdüğü ruhu kendisine iade etmemizi emrediyor. Çünkü emanet diyor. Birçok ayeti kerimesinden tekrar kendisine dönmesin emrediyor.

17/İsra-85- Kulirrûhu min emri Rabbî.
De ki; Ruh, Rabbinin emrindendir.

Bizler ruh hakkında pek az bilgiye sahibiz bu sebepten bazı konulara vakıf olamıyoruz. Allahû Teala kur’anı kerimde ruh hakkında az bir bilgi vermiş ama kuranın neredeyse bütününde ruhun emaneti ve iadesi konusunu ele almıştır. Günümüz insanlar cennet ve cehennem hayatını ruh bedenimizin yaşadığına inanırlar. Aslında bu fizik bedenimizin içinde nefs vücut ve ruh vücut olmak üzere iki tane bedene sahibiz. Fizik vücutla birlikte 3 vücuttan yaratılmışız. Ahiret hayatını biz olan yani nefsimiz yaşayacaktır. Emanet olan ruh ise Allaha geri dönüp ifna olacaktır.

Ruh 19 hasletin sahibidir. Allah'ın bütün emirlerini yerine getirmek üzere, yasak ettiklerini ise yapmamak üzere programlanmıştır. Bunlar:
1- Sevgi
2- İman
3- Doğruluk
4- Adalet
5- Edeb
6- Kemalat
7- Cömertlik
8- Sukunet
9- İtaat
10- Sabır
11- Tevazu
12- Kanaat
13- Şükür
14- Ketumiyet
15- Hakikat
16- Meziyet
17- Vefa
18- Samimiyet
19- Tevhid

Bütün insanlar bu özelliklere sahiptir. Ama ne derece bu hasletlere uyuyoruz. Çünkü yaratılan birde nefs vücudumuz vardır onunda 19 afetleri vardır yani hastalık bunlar:
1-CEHALET
2-CİMRİLİK
3-DEDİKODU, GIYBET
4-FİTNE, FESAD
5-GURUR, KİBİR
6HIRS, ŞEHVET
7-HASED VE DÜŞMANLIK
8-İSYAN
9-İPTİLA
10-KİN VE NEFRET
11-KÜFÜR
12-MÜRAİLİK(İKİ YÜZLÜLÜK)
13-NANKÖRLÜK
14-ÖFKE VE GAYZ
15-SABIRSIZLIK
16-VEFASIZLIK
17-YALAN, TEKZİB
18-ZULÜM
19-ZAN

İşte insan fizik vücudun içinde iki kişiyiz aklın müşavirleri olan ruh ve nefs iki zıt kardeş gibidir. Nefs 19 afetlerle yaratılmış ruh ise Allahın sıfatlarını taşıyan 19 hasletlerle donatılmıştır. Hangisinin telkinleri baskın gelirse akıl onu fizik vücuduna yaptırıyor. Eğer ruhun talebi ağır basarsa fizik vücut Allahın emirlerini yapmaya başlar eğer nefs ağır basarsa fizik vucut yasak edilen fiilleri . yaratılış gereğince yapacaktır. İşte, Allahû Tealâ’nın bizden istediği hastalıklı yaratılan nefsimizi ıslah edip temizlemek, ruhun özelliklerine bürünmesi bu şekle gelince de artık emanet olan ruha ihtiyaç kalmayacaktır. Güzellikleri sadece afetlerden kurtulmuş hasletlerle donatılmış nefs akla telkinlerini gönderecek ruha gerek kalmayınca bu dünya hayatında ruha ihtiyaç kalmayacak ve Allah’ın emrini yerine getirdiğimiz için emanet olan ruhu tekrar kendisine alacaktır. Osmanlıda yaşayan eren ermişler vardır. Bu sebepten onlara eren ermiş denmektedir. Allaha ermiş olan kişilerdir. Yani ruhlarını Allaha erdirmişlerdir.
Faniyim fani olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu Rahman'a teslim ettim
Gayri başkasını alsa istemem
Bediüzzaman Said Nursi Hz.



Bir şehre vardım ki adı denilmez
Bir bahre daldım ki haddi bulunmaz
Mürde-dil oluben geri dönülmez
Ölmezden önce öldüm elhamdülillah
Yunus Emre Hz.


Kurabı kerimde bu nasıl anlatılıyor bakalım. Allahu Teala yunus suresinin 7. ayetinde:

10/YUNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki; onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.

Allahû Tealâ kendisine ulaşmaktan bahsediyor. Bu ölünce değil yaşarken emanet olan ruhun teslimidir. Sahabede Allaha ulaşmayı dilediler. Allaha yöneldiler.

39/ZUMER-17:Vellezînectenebût tâgûte en ya'budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinab ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar) çünkü Allah'a yöneldiler (Allah'a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!

Sahâbe, tagutun (insan ve cin şeytanların) kulu iken, Allah’a ulaşmayı dilemişler ve tagutun kulu olmaktan kurtulup, Allah’ın kulu olmuşlardır. Onlara hem cennet müjdesi hem de dünya müjdesi vardır.

13/RAD-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”

Ve daha birçok ayetlerde hep konudan bahsediliyor. Allaha yönel, ona mülaki ol, Allah kaç, Allaha sığın bunun gibi birçok değişik kelime kulanmış Allahû Teala.

51 / ZARİYAT - 50 Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi),
Öyleyse Allah'a firar edin (kaçın ve sığının).

89 / FECR - 28 İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın rızasını kazanmış olarak!

73 / MUZEMMİL - 8 Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O'na ulaş.

Ve daha birçok ayeti kerimelerde Allahû Teala kendisine davet ediyor. Bütün insanlar için nefsi teksiye edip ruh vücudu Allaha iade edilmesi emrini yetire getirmek kur’anı kerimin en büyük farzlarındandır. Eğer kişi bunu dilemiyor, nefsin verdiği emirler doğrultusunda yaşamaya devam ederse maalesef sadece Allaha ulaşmayı dilemediği için gideceği yer cehennemdir. İnsanlar için giriş kapısı sadece bir tek dilektir. “Yarabbi bende senin emanetin olan ruhu sana ulaştırmayı diliyorum” demesi ve Allahû Teala bunu kalpte görürse yani, gerçekten samimiyse onu kendisine ulaştıracaktır.

42 / ŞURA - 13
… allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
… Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O'na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).

Öyleyse bütün insanların 3 bedenden fizik vücut, nefs ve ruh ile yaratılmış olması her şeyi çözüyor. Fizik vücut bir kalıp sadece söyleneni yapar. söyleyen kim? başlangıçta ya nefs yada ruhtur akıl hangisinin talebini ağır bulursa onu uygulattırır. Ama nefsde ruh gibi olmaya çalışırsa yani nefs nefret eder kin duyar ruh ise sevmeyi emreder. Eğer nefsde sevmeyi öğrenir artık sevmeye başlarsa işte nefs teksiye olur. Ruha da ihiyaç kalmaz oda Allaha ulaşır.işte Allahın standartları bu peki nedenmi bunlar daha önce anlatılmadı. İşte şeytanın büyük oyunlarında biri budur. Çünkü kim Allaha ulaşmyıdilerse şeytanın artık tesir sahası bitiyor. Çünkü dileyeni Allah kensine ulaştıryor. Bunu Allah yaptığı için şeytan karışmıyor.

16 / NAHL - 99
İnnehu leyse lehu sultânun alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn(yetevekkelûne).
Çünkü onun, âmenû olanlar ve Rab'lerine tevekkül edenler üzerinde bir sultanlığı (yaptırım gücü) yoktur.

Ruh fizik vucudun ve nefsin işlediği hiçbir günaha iştirak etmez. Onlardan ayrılır. Vazifesi burada bitmez. Tekrar onlarla beraber olduğu zaman, onlara işledikleri günah sebebiyle azap uygular. Daima Allah'ın güzelliklerini insana telkin eder. İnsanın aklını Allah'ın emirleri ve nehiyleri doğrultusunda ikna etmeye çalışır. Ruh Allah'ın emrindendir. Allah'ın emrinden olan diğer bütün yaratılanlar gibi o da vazifesini tamamlayarak Allah'a geri dönmek üzere programlanmıştır. İnsanın üç vucudundan sadece ruh, Allah'ın zatına ulaşabilir. Yeryüzündeki herşeyi yaratan Allah, ruhun kendisine ulaşması için, göğü de yedi kat olarak düzenliyor. Ruh, 7 kat olarak dizayn edilen gök katlarını aşıp yedinci katın yedi alemini geçerek ademe (boşluk, yokluk)ulaşabilir ve Allah'ın zatında yok olabilir. Bu özelliğin sahibidir.İşte Rabbimiz Bakara suresi 29uncu ayette bu sebeble göğün yaratılışını anlatmaktadır.
2/ BAKARA -29: Hüvellezi halâka leküm ma fil ardı cemi'an sümmesteva ilessemai fe sevvahünne seb'a semavati. Ve hüve bikülli şey'in alîm.
O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı, sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilen ALÎM'dir.

Sevgili kardeşlerim işte bizdeki ruhun özelliği böyle ruhun Allaha ulaşması konusunu da ayrı bir sohbetimizde daha detaylı incelemek üzere Allah hepinizden razı olsun
Tolga yıldıran

19 Mart 2010 Cuma

Şefaat Nerde ve Nasıl Olacak.

Şefaat Bu Dünyadadır. (Tolga Yıldıran)
Sevgili kardeşlerim, bir defa daha bizleri bir araya getirdiği için Yüce Rabbimize sonsuz hamd eder şükrederiz. Şefaat kavramını Kur’ân-ı Kerim ayetleriyle ve hâdislerin ışığında sizlerle birlikte işleyeceğiz. Günümüz din büyüklerimizden dinlediğimiz şefaat, birçok kavrama bürünmüş, değişik hikâyelerle şefaat vardır, yoktur kargaşasına girmişlerdir. Aslında sadece hadislere değinilerek kesin konuşmak hikâyelerle süslemek doğru değildir. Nasıl biliriz? "Peygamber efendimiz(sav) efendimiz bütün ümmetine şefaat edecek. bir hafız 70 kişiye Şefaati ile hesaptan kurtardığı yetmiş bin kimsenin her birinin şefaatleri ile de, yetmişer bin kişi sorgusuz, sualsiz Cennete girecektir." Denmektedir. Hacılarımız bile birçok kişiye şefaat edecek ve aklımıza gelen birçok şefaatçi ve sonuçta herkes cennete girecek. Bakalım acaba bunlar ne kadar doğru yoksa şeytanın bizlere bir tuzağımı inceleyelim bakalım.
Bütün insanlar için söz konusu olan ahiret hayatı iki ayrı yaşam içerir. Biri ebedi cehennem diğeri ise ebedi cennet hayatıdır. Tabi bizler isteriz ki bütün insanlar kurtulsun cennete girsin ama Allah’ın kanunları kesindir. Bu dünya hayatında yaptığımız Salih ameller sonucunda değerlendirme yapılıyor. Ama şeytan işi ahirete bağlamış bu dünyada hiçbir şey yaptırmamaya çalışıyor. O kadar çok şefaat edenler var ki hatta şöyle söyleniyor. Diyorlar ki: “Allahû Tealâ, peygamber efendimiz(sav)’e diyor ki: habibim, git bak cehennemde birileri kaldı mı?” O kadar çok şefaat olacağı söyleniyor ki, acaba bunlar kur’anı kerimde nasıl geçiyor. işte Allahû Tealâ araf 16-17 de söyle söylüyor.

7 / A'RAF - 16 :
Kâle fe bimâ agveytenî le ak'udenne lehum sırâtekel mustekîm(mustekîme)
.
(İblis): “Bundan sonra, beni azdırman sebebiyle, mutlaka Senin Sıratı Mustakîmin'e onlara karşı (mani olmak için) oturacağım.” dedi.
7 / A'RAF - 17 :
Summe le âtiyennehum min beyni eydîhim ve min halfihim ve an eymânihim ve an şemâilihim, ve lâ tecidu ekserehum şâkirîn(şâkirîne).
Sonra, elbette onlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından geleceğim ve onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.

Beklide bu ayeti hepiniz biliyorsunuz. İşte şeytanın hedefi bu. milyarlarca yıllık bir çalışmanın içinde insanları dinden uzaklaştırıyor. Kendisiyle birlikte cehenneme götürmek için uğraşıyor. Peki kıyamette kadar nasıl başarı sağlamış. İşte, Allahû Tealâ sebe 20 de söyle söylüyor

34 / SEBE - 20
Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mûminîn(mûminîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü'minleri oluşturan bir fırka (Allah'a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.

Öyleyse kıyamet gününe vardığımızda şeytanın hedefini yerine getirmiş olduğunu görüyoruz. Maalesef bu acı haber insanların çoğunun cehenneme gideceği gerçeğidir. Allahû Tealâ söyle söylüyor.

32 / SECDE - 13
Ve lev şi’nâ le âteynâ kulle nefsin hudâhâ ve lâkin hakkal kavlu minnî le emleenne cehenneme minel cinneti ven nâsi ecmaîn(ecmaîne).

Ve eğer dileseydik, bütün nefslere kendi hidayetlerini elbette verirdik (herkesi hidayete erdirirdik). Fakat Benim: "Mutlaka cehennemi, tamamen cinlerden ve insanlardan dolduracağım." sözü(m) hak oldu.
7 / A'RAF - 179
Ve lekad zere’nâ li cehenneme kesîren minel cinni vel insi…

Ve andolsun ki; cehennemi, insanların ve cinlerin çoğuna hazırladık (yarattık).

Böyle hoş olmayan sözler kalbimizi incitiyor biliyorum ama sizleri bir yanlıştan haberdar etmek istiyorum. Şimdi kim söyleyebilir ki insanların çoğu kurtulacak. Maalesef insanların çoğu şeytana tabi oldu. Ve çoğu cehennemde olacak. Allahın sözü haktır değişme olmaz. Kanunları koydu ise mutlaka uygulanacaktır. Kimseye ayrımcılık ve hak etmediği yardım edilmiyor. Yardımı alanlar ise bunu hak etmiş olanlardır. Bu yardım ise bu dünya hayatında gerçekleşiyor. Öldükten sonra yardım olmayacaktır. Peygamber efendimiz (sav) hadisinde:

"Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan fırka benim ve ashabımın gibi sıratı mustakiym üzere olacaktır."

Öyleyse şeytanın oyunlarından biri olan, insanlara bir ferahlık verip eninde sonunda kurtulacağını düşündürerek rabbimden ayırıyor. Mutluluklarına engel oluyor ve maalesef başarıyor. Birçok din âlimlerimizin yazılarına bakın şefaat konusunu işlediklerinde sözlerinin bütünü hadisler ve alıntı sözlerden ibarettir. Ama hiç ayetlerden bahsedilmez. Bakınız Allahû Tealâ ne söylüyor.

2 / BAKARA – 48-Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).
Ve, bir kimseden diğer bir kimseye, bir şeyin ödenmeyeceği ve ondan (hiç kimseden) bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve onlara yardım edilmeyeceği günden sakının.

39 / ZUMER - 54Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah'a) yönelin (ruhunuzu Allah'a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap (Ölüm) gelmeden önce O'na (Allah'a) teslim olun. (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.

Allahû Tealâ bu ayetlerde öldükten sonra bir yardım olmayacağını ifade etmektedir. Kimsenin kimseye bir yardım olunmayacak diyor. Ama birçok hadis önümüze sunuyorlar diyorlar ki bakın peygamber efendimiz (sav) böyle söylüyor. Öyleyse şefaat öldükten sonra, bu dünyada değil deniyor. Ama söyledikleri, şeytanın söyledikleridir. Gerçek şu ki, şefaat bu dünyadadır. Birçok hadisler kuran ayetlerine uymuyor. Çelişki doğuyor. Bu uydurma hadisler yüzünde dinimiz yaşanmaz hale gelmiştir. Madem şefaat bu dünyada değil, peki soruyorum; bu dünyaya niye geldik? Allahû Tealâ kur’anı kerimin bütün ayetlerinde bu dünyada yapmamız gerekenlerden bahsediyor. Ne diyordu?

64/TEGÂBUN-16: Fettekûllâhe mesteta’tum vesmeû ve etîû ve enfikû hayran li enfusikum, ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Artık Allah’a karşı gücünüzün yettiği kadar (en üst seviyede) takva sahibi olun. Dinleyin ve itaat edin! Ve kendiniz için hayır olarak infâk edin (verin). Ve kim nefsinin cimriliğinden kendini korursa (sakındırırsa), o taktirde işte onlar; onlar felaha (kurtuluşa) erenlerdir.

Felaha mı ermek istiyorsunuz. O zaman şeytanın oyununa gelip kurtulacağım diye işinizi öldükten sonraya bırakmayın şeytanın hedefi zaten pişman olmamızdır.

14 / İBRÂHÎM - 22 : Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye), innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun). Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah, size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı azap vardır.”

İşte Allahû Tealâ bu ayetinde şeytanın neler söylediği anlatılıyor. Ve iş işten geçmiş artık onlar için yapacak bir şey yok. Sevgili kardeşlerim artık yeter. Bu tür hikâyelerle şeytan dinimizi darmadağın etmiş. Bizi kur’andan uzaklaştırmıştır. Asla değişmesi mümkün olmayan kur’ana bakın. Gerçekleri sadece orda bulacaksınız.

2 / BAKARA - 254
Yâ eyyûhellezîne âmenû enfikû mimmâ razaknâkum min kabli en ye’tiye yevmun lâ bey’un fîhi ve lâ hulletun ve lâ şefâah(şefâatun), vel kâfirûne humuz zâlimûn(zâlimûne).

Ey âmenû olanlar! İçinde, ne bir alışverişin ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin bulunmadığı gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (Allah için verin). Ve kâfirler, onlar zalimlerdir.

Öyleyse şefaate nasıl nail olacağız. Bu dünya hayatında Allahû Tealâ’nın kanunları açık ve kesindir. Tabi bildiğiniz gibi değil orda da şeytanın tuzağı kesindir. Sadece bir tek dilekle başlayan bir din söz konusudur. Buda Allahû Tealâ’ya teslim olma dinidir. yani Arapça adıyla İslam dini kuranda geçtiği tabiriyle ise de Hz İbrahim’in hanif dinidir. Dünyada ki bütün insanlar için geçerli olan tek din Allah’ın dini hanif dinidir.
Dinimizin 3 temel konunu vardır. Vahdet, Tevhit, Teslim’dir. Vahdet Allah’ın tekliğine inanmak tevhit; Allaha ulaşmayı dileyenlerin oluşturduğu tek toplumolmak. Teslim ise bizde emanet olan ruhumuzun teslimi sonra fizik vücudumuzun teslimi sonra nefsimizin teslimi ve irademizin de Allaha teslimi ile irşad olmadır. Yani bu 3 kanun üzere din yaşanmalıdır. Dünya nüfuzunun &95 i Allaha inanıyor. Diyelim. Vahdeti gerçekleştiriyor. Peki ya tevhid. İşte burada bu inanların içinde kim Allaha ulaşmayı dilerse yani kalben Allah’ı diler Allah dostlarından biri olmayı, Allaha yakın olmayı sadece Allah için yanan insanlarda olmayı dilerse ve bunu Allahû Teala Kalbinizde görürse işte o kişi tevhidi oluşturmaya başlıyor demektir. Ve sonrasında bu kişiler için teslim olma söz konusudur. Yani bütün insanlar için bir tek dilerle başlıyor. Öncelikle Allaha inanmalı sonrasında ona kavuşmayı arzulamalıdır. Bizler öğrenci hüviyetinde kullandığımız kelimeler olur. Osmanlı talebe ve mürid derlerdi. İşte medresede eğitim gören talebe, Allah’ın talep eden anlamında mürid ise Allah’ı murad eden anlamında kullanılmıştır. Allahû Tealâ’da birçok ayetlerinde kendisine davet ediyor. Bunu size hidayetle açıklamak doğru olacaktır. İnsanlar için iki yol söz konusudur. Ya dalalet ya hidayet üzeredir. Bizler nasıl hidayet üzere olmalıyız ona bakalım.

2 / BAKARA – 120
kul inne hudâllâhi huvel hudâ...

De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (Allah’ın kendisine ulaştırması) işte o, hidayettir.”

3 / AL-İ İMRAN - 73
kul innel hudâ hudallâh...

De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah'a ulaşmaktır.

Görüyor musunuz hidayet Allaha ulaşmakmış peki nasıl? Allahû Tealâ’nın sadece insanlara verdiği emanet olan ruhu, Allaha ulaştırmayı, emaneti sahibine idaresini istememiz yeterli olacaktır.

33 / AHZAB - 72
İnnâ aradnel emânete ales semâvâti vel ardı vel cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hamelehal insân(insânu), innehu kâne zalûmen cehûlâ(cehûlen).

Muhakkak ki Biz, emaneti göklere, arza ve dağlara arz ettik (sunduk, teklif ettik). Onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. Ve insan onu yüklendi. Muhakkak ki o (nefs), çok zalimdir, çok cahildir.

Emanet hüviyetinde olan ruh bizlere doğduğumuz anda burnumuzdan üfürülmesiyle sorumluluk başlamaktadır. Sadece “rabbim senin bendeki emanetin olan ruhu, ölmeden evvel sana teslim etmek, bende senin eren dedikleri, ermiş dedikleri evliyalarından olmak istiyorum.” Demesi o kişi için artık bir kurtuluş reçetesi olmuştur. Yunus Emre’nin de dediği gibi:

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni

Yunus'dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni

İşte yunusun sözleri çok manidar sadece Allahû Tealâ’yı dilemiş ve o Allaha dost olmuş. Allahû Tealâ yunus 7-8. ayetlerinde söyle söylüyor

10 / YUNUS - 7 : İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah'a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır.
10 / YUNUS - 8 : Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).

Allahû Teala da kendisine ulaşmaktan bahsediyor. İşte kur’anı kerimin giriş kapısı dinin olmazsa olmaz tek şartı budur. Bu dilektir. Yine yunus söyle söylüyor.

Dervişlik bir tek dilektir.
Bilene düğün dernektir.


Bizler için de, dünya ve ahiret hayatımızın, düğün dernek olmasını istiyorsak, bu dileğin sahibi olmamız gerekmektedir. Ne kaybedersiniz ki “yarabbi bende senin, ermiş evliyaların gibi, sana ulaşmak istiyorum” demek. bu kadar basittir. Peki dilediğiniz diyelim sonra ne olacak. Allahû Teala’ya işte bunda sonra adım adım ilerleyeceğimiz günler olacaktır. Her bir gayretimiz sonucunda Kişi kamil insan olmaya doğru yol alacaktır.. Peki, şefaat ne zaman olacak? Sevgili kardeşlerim her devirde kâmil insan olma şerefine ulaşmış mürşitler vardır. Ve bu mürşitlerin de imamı olan devrin imamı v ardır. Allahû Teala nasıl bir peygamber gönderdiğinde bütün dünya için peygambere tabi olanlar, peygamberin şefaatine nail olurdu. Şimdi değişti mi? Hayır. peygamber efendimiz(sav) şöyle söylüyor. “Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Benden sonra imamlar gelecektir. kim zamanın imamına tabi olmazsa, cahiliye standartlarında ölür”. Bu hadise göre her devirde bir imam vardır ve bu imam şefaatle yetkilidir. Kim kendisi için seçilmiş olan mürşidini bulur. Bu her kavim için geçerlidir. Her ülkede beklide her şehirde Allah’ın görev verdiği mürşitler vardır. Her zamanda var olacaktır. İşte kapı orda açılıyor.

32 / SECDE - 24
Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk'ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.

Öyleyse kişi tövbesiyle başlayan tabiiyeti o kişi için nimetler söz konusudur. Bunlarda birkaçı Allah onun bütün günahlarını sevaba çeviriyor.

25 / FURKAN - 70
İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).

Ancak kim tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet nuru gönderendir).

Tabiiyetinizle birlikte ne kadar günahınız var Allahû Teala hepsini cevaba çevirdiğini söylüyor. İşte bu dünya hayatında gerçekleşen bir şefaat değil de nedir. İnsanın Allah katına tertemiz çıkması kadar daha büyük bir şefaat olabilir mi?
Bir diğeri ise Allahû Teala bütün insanlar için bir hayır yaptığınızda 10 katını veriyordu. Tabiiyetinizle birlikte bunu mislince kat kat artırıyor.

/ BAKARA - 261
Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

İşte Allahû Teala müminlerin yaptığı bir hayır 100 ile 700 kata kadar sevap sistemi veriyor. Sizce bu Allahû Tealâ’nın bizler için verdiği şefaat değimli?
Allahû Tealâ’nın bizler için daha neler verdiğine bakalım

58 / MUCADELE - 22
Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah'a ve âhiret gününe (ölmeden önce Allah'a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah'a ve O'nun Resûl'üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razı oldular. İşte onlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah'ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?

Sevgili kardeşlerim allahu tealanın kalbimize imanı yazması ve bu sebepten Allahın bizden razı oluşu ve sonuç olarak felah ulaşacağımızın müjdesini veren Allahû Teala daha ne yapsın. Bizler için o kadar kolaylıklar tanımış ki bizleri çok sevdiği içindir. O mağfiret etmeye hazır. İnsana ne isterse vermeye hazır ama dikkat edin şeytanın tuzağına düşmeyin. Yardımı alacağınız yer, bu dünya hayatında yaşarken olacaktır.

42 / ŞURA - 47
İstecîbû li rabbikum min kabli en ye’tiye yevmun lâ meredde lehu minallâh(minallâhi), mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr(nekîrin).

Rabbinize icabet edin (Allah'a ulaşmayı dileyin), Allah tarafından geri döndürülmeyecek olan günün gelmesinden önce. İzin günü, sizin için bir sığınak yoktur. Ve sizin için bir inkâr yoktur (yaptıklarınızı inkâr edemezsiniz).

Şeytan ne zaman rahatlayacak biliyor musunuz? Sizler ölünce. Artık geri dönüş olmayacağını biliyor. İş işten geçtikten sonra hedefini yerine getirmiş oluyor. Sizin sadece bir tek dileğiniz, onun bacağını kırmanızı sağlayacak. işte bu dilek rabbimizi dilemenizdir. Gerisimi? Gerisini düşünmeyin ondan sonrasını Allah size yaptıracak. Size sevmeyi öğretecek. Size zikri, namazı, zekatı sevdirecek. doyulması mümkün olmayan bir hale geleceksiniz. Bunu sadece Allahın dostu olmakla mümkün olacağını bilin.
DEVAMI VAR
allah razı olsun

Tolga YILDIRAN

16 Mart 2010 Salı

Edep ve Teslimiyet

Edep ve Teslimiyet ( Tolga Yıldıran )
Sevgili kardeşlerim Allah’a giden yol sevgiden geçer, sevgisiz Allah’a yaklaşılmaz, sevgi olmadan gönül dostu olunmaz. Allahû Tealâ her şeyi insan için, insanı da kendisi için yaratmıştır. Her devirde Allah kendisi için bir kişiyi seçiyor. Şura Suresi’nin 13. âyet-i kerimesinin son kısmında Allahû Tealâ şöyle buyuruyor:

Allahü yectebiy ileyhi men yeşâü ve yehdiy ileyhi men yüniyb.
Allah dilediğini kendisine seçer ve Allah’a dönmek isteyenleri de kendisine ulaştırır.

Allahû Tealâ’nın bu seçtiği kişi ruhunu, fizik bedenini, nefsini, iradesini, aklını da Allah’a teslim etmiştir. Yani Allah’ın kendisine seçtiği Allah’ın tasarrufunda olan kişidir. Niyazi Mısrî’nin bir beyitinde ifade buyurduğu gibi:

Cümle âlem Halık’ındır,
Ama kul eliyle işlenir.

Her dönemde Allah’ın tasarrufuna aldığı bir tek kişi işte o kuldur. Bu kul ya Allah’ın nübüvvetle vazifeli kıldığı nebîdir veya ondan sonra Allah’ın, evliyadan en üst seviyedeki zamanın imamıdır. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, bakın bir hadis-i şerifinde bu konuyu nasıl ifade ediyor.

"Allah’ın öyle sevgili kulları, mukarrebleri vardır ki, Allah onlarla kullarına nazar eder, Allah o mukarreblerle kullarının rızkını dağıtır, Allah o mukarreblerle kulları tebşir eder."

İşte Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’den sonra her dönemde Sırat-ı Müstakiym üzerinde vazifeli olan zamanın imamı vardır. Allah onların imamını kendisi için seçmiştir. Allah’a binlerce hamdeder, şükrederiz ki, Allah seçtiği, Sırat-ı Müstakiym üzerinde vazifeli kıldığı mukarreble bize âyetlerini açıklıyor, onunla bizim nefsimizi temizleyerek, onunla bizi kemal derecelerinde ilerleterek, ihlas noktasına, sevginin üst boyutta yaşanacağı noktaya ulaştırıyor.
Bir müridin dikkat etmesi gereken en önemli şey, edep ile teslim olmaktır, mürşidinin huzuruna gittiği zaman, dolu değil de boş bir kalp ile gitmesidir. Testi misali içi pis olan veya dolu olan bir kaba su, ya dolmayacak ya da içerideki pislik temizlenmediği için su kullanılamayacaktır. Bu misalde olduğu gibi, mürid kalbini (kalp kabını) temizleyerek varmalı ki, ancak o zaman istifade edip himmetini alabilsin, gönül sohbetlerinden faydalanabilsin.
Sevgili kardeşlerim teslim olmak çok ince ayrıntılardadır. O başımızın üzerinde bizi hep görüyor bizi koruyor. Bunun bilince de olup efendimizin her zaman yanımızda olduğundan sürekli edep haline girmemiz gerektiğini bilmeliyiz.
Hz.Mevlânâ’ya göre edep, insanın bedenindeki ruhtur, edep, enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nurudur, edep, şeytanın katilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.
Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâdan Giy ol tâcı, emin ol her belâdan
Sevgili kardeşlerim Allah ve Resulüne yükselen merdivenin basamaklarını çıkabilmek için bu konuyu çok iyi bilir uygulamak gerekiyor.
Allah’ın nübüvvetle vazifeli kıldığı nebî ve onun varisi, zamanın halifesi, kişinin kendi öz nefsinden, daha önde gelir. İnsanların, özellikle teslim olmak ve edepli olmak isteyen herkesin konuya titizlikle bakmasını ve titiz gözlemde bulunmasını Allahû Tealâ emrediyor.
Kullar arası ilişkilerde Allah’ın Resulü’nün görevi adaleti yerine getirmek olduğuna göre, kul ile Allah arasındaki ilişkilerde, acaba Yüce Rabbimiz, irşadla vazifeli kıldığı mürşide karşı davranışımızın ve tarzımızın ne olması gerektiğini âyetlerde nasıl açıklıyor?

Kehf-66,67,68,69,70 "Kaâle lehü mûsâ hel ettebi’uke alâ en tü’allimeni mimmâ ullimte rüşdâ. Kaâle inneke len testetıy’a ma’ıye sabrâ. Ve keyfe tasbirü alâ mâ lem tühıt bihî hübrâ. Kaâle setecidüniy inşâallahü sâbiren ve lâ a’sıy leke emrâ. Kaâle feinittebağteniy felâ tes’elniy an şey’in hattâ uhdise leke minhü zikrâ."
Musa ona (Hz. Hızır’a) dedi ki: "İrşad (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?" (Hz. Hızır) Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin." (Böyleyken) "Özünü kavramaya kuşatıcı olmadığın şeye nasıl sabredebilirsin?" (Musa): "İnşallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim" dedi. (Hz. Hızır) Dedi ki: "Eğer bana uyacak olursan, hiçbir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle anlatıp söz edinceye kadar.

Görülüyor ki, Allah’ın katında ilmine sahip olmak, özellikle Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak istiyorsak, ne olursa olsun mürşide %100 itaat içinde olmamız lâzım, ona uymamız lâzım. Özellikle kul ile Allah arasındaki ilişkilerde Allahû Tealâ nasıl bir davranış içinde olmamızı ister.:

Bakara-108 "Em türiydune en tes’elu resuleküm kema süile musa min kabl."
Yoksa daha önce Musa’nın sorguya çekildiği gibi, siz de Resulü’nüzü sorguya mı çekmek istiyorsunuz?

Maide-101 - "Yâ eyyühelleziyne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tübdeleküm tesû’küm, ve in tes’elû anhâ hıyne yünezzelülkur’ânü tübdeleküm."
Ey iman edenler, size açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın. Kur’an indirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır.

Mürşid, sohbetinde bizim liyakatimize paralel olarak konuşmayı gerçekleştirir yani O, Allahû Tealâ’nın bizzat bizlere hitabıdır, Allahû Tealâ’nın bizzat tercümanıdır ve kalbimizde ihtiyacımız olan suallerin mutlaka cevabını verir. Bu istikamette edebe aykırı hareket ederek, O’na ileri-geri, haddi aşan sualler sormayacağız, sual sorduğumuz zaman muhtemeldir ki, edebe aykırı bir sual olur ki, o da bizim amelimizin boşa gitmesine sebebiyet verir.

Nisa-78 "Ve in tüsıbhüm hasenetün yekuûlû hâzihi min indillâh, ve in tüsıbhüm seyyietün yekuûlû hâzihî min indik, kul küllün min indillâh."
Onlara bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tandır" derler, onlara bir kötülük dokunsa "Bu sendendir (mürşidtendir)" derler. De ki, "Tümü Allah’tandır."

Evet, birçok kardeşimiz Efendi Hazretleri’ne sordukları suallerde özellikle bir beklenti içindedirler, beklentileri olmayınca üzülürler, halbuki Efendi Hazretleri’nin kendilerine söyledikleri Allah’ın emridir. Tasarrufta olması nedeniyle O yoktur Allah vardır. Allah’ın tercümanıdır. Efendi Hazretleri’nin Allah’tan alıp onlara söylenen kendi zanlarına uymadığı için, beklentileri gerçekleşmeyince üzülürler. Bu sebeple hoşlarına gidenler "Allah’tan" derler, nefslerinin hoşuna gitmeyen şeye "Sendendir" derler. Halbuki hepsi Allah’tandır. Çünkü resul tasarruf rızasının sahibidir. Öyleyse sevgili kardeşlerim resul ile olan ilişkilerimizde çok dikkatli olmalıyız.edebe aykırı ne bir söz nede bir negatif davranışın içine girmeliyiz.
Osmanlı Divan şairlerimizden Şair Yusuf Nâbî 17. asırda yaşamıştır. Tasavvuf terbiyesi görmüş olan âşık Nâbî, padişah IV. Mehmet döneminde Hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkanıyla birlikte yola çıkar. Kafile Medine-i Münevvere ye yaklaşmıştır. Vakit gecedir. Rasulüllah (s.a.v) Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat paşa, hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâlini bir türlü hazmedemeyen ve çok üzülen Nâbî, içinden gelen bir ilhamla şöyle söyler :
Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu!Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu.Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha,Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
Nabi söyle söylemektedir Edebi terk etmekten sakın! Zira burası Allah’u Teala'nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa'nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.Şiiri duyan paşa hemen doğrulur. Anlamıştı kendisine söylendiğini ve sert bir tavırla “bana mı söyledin o sözleri” der. Nâbî “yok paşam bu bir seladır. Bizim oralarda sıkça söylenir. aklıma geldi okudum” der. Paşa tatmin olmamıştır. Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girmektedir. Ravza-i Mutahhara’ınn minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine; “Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nerden öğrendin.” der.
Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin:- Resûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: "Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın"! Buyurdu. Biz de Efendimizin emirlerini yerine getirdik, dedi. Nâbî, hepten şaşırdı ve heyecanlandı, dayanamayıp ağladı. Göz yaşları içinde müezzine tekrar:- O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? Diye sordu. Müezzin:- Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
Allah evliyasının sözünü yerde bırakmamış Nabi’nin bu edebi Allahû Teala’nın çok hoşuna gitmişti. Onu yüceltmiştir.
Sevgili kardeşlerim bizler her yönümüzle edep timsali olmalı hem efendimize hem de diğer kardeşlerimiz karşısında çok dikkatli olmalıyız. Mürşidinin huzurundayken onun sesinden yüksek sesle konuşmamak edeple oturup kalkmasını iyi bilmek gerekir. Ona hizmet en güzel bir şekilde yapmalıdır. Mürşidi ona daha bir şey söylemeden hemen ihtiyaçlarını hazırlamalı, zahiren ve kalben çok uyanık bulunmalıdır. Bu ayıklık, tasavvuf yolunda terbiye olmanın ve terbiyenin de gereği olarak mürşit ile sürekli gönül diyalogu içerisinde bulunmanın en önemli şartlarındandır.
Osmanlı devletinin kurucusu olan Osman gazinin babası Ertuğrul Gazi; bir gece gittiği Kur’ân-ı Kerim sohbetinde o güne kadar işitmediği şeyler dinledi. O gece uyumak için girdiği odada bulunan kuranı kerim sebebiyle sabaha kadar uymadı. Kur’ân-ı Kerim’in huzurunda hürmet ve tazimle ayakta durdu. Sabaha karşı uykuya daldı. Bu sırada rüyasında kendisini “Sen benim kelâmıma hürmet ve tazimde bulundun. Ben de senin evlâdına kıyamet gününe kadar daim olacak bir ulu devlet ihsan eyledim.” dendi. Ve Osmanlı imparatorluğunun kurulması böyle başladı. Ertuğrul gazinin büyük bir edep sergilemiş ve Allahû Teala’da ona soyundan bir imparatorluk nasip etmiştir.
Görülüyor ki, her halükârda mürşidin edebiyle edeplenmek ve Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak lâzım. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmak, her halükârda mürşidin arkasından yürümeyi gerektiriyor. Hiçbir noktada mürşidin önüne geçmemek lâzımdır. Özellikle mürşidin bizlere sunduğu emirlerde, aklı devreden çıkartarak, mutlaka anında itaat etmemiz ve o emri zaman geçirmeden yerine getirmemiz gerekir.
Bir defasında Abdülkâdir Geylani’ye "İyi müridlerin hali malum, ya kötülerin ki ne olacak?" diye sorduklarında: "İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık" buyurdu.
Abdülkâdir Geylani’nin bu manalı sözleri herhalde edebi bir bütün olarak ifade etmek için yeterlidir. Evet gerçekten, mürid, mürşidine kendini adamalıdır, mürşid de özellikle kendisini Allah’a adayan kişilere adamaktadır. Sevgili kardeşlerim hepimizin Allaha ve resulüne edep ile teslim olmamız dileğiyle …
ALLAH RAZI OLSUN
Tolga YILDIRAN

Müridin Mürşidine olan Teslimiyeti

Müridin Mürşidin olan Teslimiyeti (Tolga Yıldıran)

Sevgili kardeşlerim hamd eder şükrederiz ki Allahû Teala bizleri bir araya getirdi. Allah insanları mutlu olabilmesi için yarattı. Ve mutluluğun tarifini ise kuranı keriminde bizlere anlatmış ve yaşamamız için farz kılmıştır. Peygamber efendimiz ve sahabeler mutluluğu en üst safhada Asrısaadeti yaşadılar. Çünkü kuranı yaşadılar. Rabbimize ne kadar hamd etmeliyiz şükretmeliyiz ki Allah Teala bizleri seçti. Bizi Resûl'ü ile karşılaştırdı ve hamd olsun ki ona tabi olmayı bize nasip kıldı.
Sevgili kardeşlerim kişi, Allah’ın Resûl'üne içi ve dışıyla, kalbi ve diliyle, yani her şeyi ile teslim olmalı, acı tatlı her hâlde resûle itaat etmelidir. Resûle itaat Allah’a itaattir. O’nun, tavsiye ve emirlerinin bizim için en hayırlısı olduğuna inanıp sıkıca sarılmalıyız. Bir ölü kendisini yıkayan kimseye nasıl hiç itiraz etmez ise, bizlerde efendimize bu derece bir teslimiyet göstermeliyiz. O bize yıllardır kuranı anlatıyor. O bize Allah’ın gerçek ilmini öğretiyor. O bizim kurtulmamız için yıllardır çalışıyor.
Peygamber efendimiz miraç olayından sonra sahabelere gördüklerini anlattı ve çok kısa bir zaman içinde gerçekleşen bu olaya inanmayan çok oldu.
Ancak Hz. Ebu Bekir'e gelerek: “Senin Peygamberin bir gece göklere çıktığını ve Allah’ı ile buluştuğunu iddia ediyor" diye alay ettiler. O ise: "bunu onun kendi ağzından mı işittiniz?" diye sordu. Onlar da "evet" dediler. Hz. Ebu Bekir "O dediyse doğrudur!" buyurdu. Hz. Ebu Bekir peygamber efendimizin yayında ona en çok teslim olan onun en yakınıydı O malıyla canıyla her şeyiyle Allah resulünün yanında idi. onun için "Sıddık" makamı verildi.
Sevgili kardeşlerim bu olay aynı zamanda bir imtihandı. Allahû Teala’nın teslim olunması doğrultusundaki bir imtihanıydı. Teslim olan kimse tez zamanda ilerler, kemale erer. Aksi takdirde olduğu yerde durur hatta kaybetmeye başlar.
Mürşide teslim olmak, aklı bir kenara atmak, onu kiraya vermek, resûle, rehbere tabi olmaktır, niçin rehber diyoruz. Allaha ulaşmamız konusunda o bize rehberdir. o vize vesiledir. Resul bizim için bir nimettir. Rabbimize teslimleri gerçekleştirmek Allah ve resûl’üne itaatten geçmektedir.
Allahu Teala buyuruyorki:

3 / AL-İ İMRAN - 132
Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).
Allah'a ve Resûl'e itaat edin ki; böylece (Allah'ın) rahmeti üzerinize olsun (ve merhamet edilenlerden olun).

Allahû Teala bizleri hep imtihan ediyor. Resule ne kadar teslim olduğumuzu ne derece itaat edeceğimizi görmek istiyor. Bu bütün devirlerde olmuştur. Allah bütün dostlarını bütün âmenû olanları imtihan etmiştir.
Hacı bayram veli padişah olan ikinci Murat’ı ziyarete gider. İkinci murat “şeyhim bizi şereflendirdiniz. Sizden ve size tabi olanlardan vergi almayacağız. Sizin isteğiniz bizim için bir emirdir” der. Artık Hacı Bayram Veli’ye tabi olanlardan vergi alınmaz. Bunu öğrenen halk vergi vermemek için tabi olmaya başlar. Padişah o köyden vergi alamaz hale gelir. Ve bir mektup yazar “Şeyhim, artık vergi alamaz olduk. Gerçekten size tabi olanların sayısını bildirseniz kimden vergi alacamızı biliriz. Lütfen bize sayınızı bildiriniz.” der. Hacı bayram Veli, köyün meydanında bir çadır kurdurur. Ve halkı toplar başına ve seslenir “ey halk! Hepiniz bizim kıymetli talebelerimsiniz. Artık Allah için olma vakti gelmiştir. Allah için kurban vereceğiz. Sizler Allah için kurban olacaksınız. Buyurun ben Allaha teslim oldum diyenler çadıra girsin, kurban edileceksiniz” der. Halk, bağırır çağırır “bu nasıl iştir insanlardan kurban olmaz” diyenler, hakaret edenler “sen yalancısın, delisin, sen sahtekârsın” deyip hakaret ederler. Toplumun içinden “canım sana feda olsun ya şeyhim” diyen bir bayan ve bir genç erkek çıkar ve çadıra girerler. Çadıra girdiklerinde çadırın içinde bir koç kesilir ve kanı dışarı akar. Akan kanı gören halk kaçışır. Hacı Bayram Veli halkını imtihan etmiş hak müminleri ayırt etmiştir. Padişaha haber gönderir “padişahım vergi alınmayacak olanları tespit ettik biz iki kişiyiz.”demiştir.
Allahû Teala her devirde kalbi sağlam olanları seçiyor. Müminler arasında olan münafıkları ve samimi olmayanları hep ayırıyor. Tabi şeytanda boş durmuyor imtihan sırasında sürekli fitne sokarak müminleri şüpheye götürmek için elinden geleni yapıyor ve yapacaktır. Böyle bir imtihanı geçmek kesintisiz teslim olmaktan geçer. Sevgili kardeşlerim Allah’ın resûl’üne teslim olmayan, olmak istemeyen kişiye Allah ilmini vermez. Sadece kalben Allah’ı dileyen ona teslim olmayı dileyenlere Allah resulü aracılığı ile ilmini veriyor. hidayete ulaştırabiliyor. Peygamber efendimiz çok sevdiği amcasına nasıl ki hidayet veremedi. Allah’ın resûl’leri de, dilemeyen kişiye hidayeti veremez. Onun için kesinlikle Allah’a ulaşmayı dileyip teslim olmayı dilemeliyiz. Hem kalben hem de gayretlerimizle çünkü resûle itaat Allaha itaattir.
Dünyanın en zor ve en kıymetli işi, nefse hâkim olmak ve teslim etmek olduğundan, dünya üzerinde kâmil insan az çıkmıştır.
Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerine Akşemseddîn Hazretleri için, “Efendim! Bu yolda 40 yıllık müritleriniz olduğu halde onlara hilafet vermeyip, daha yeni gelen talebeniz Akşemseddin’e hilafet vermenizin sebebi nedir?” Diye sorduklarında, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri: “- Akşemseddin bizden ne duyduysa inandı, teslim oldu, sebebini, hikmetini hiç araştırmadı. Diğer talebelerimiz ise bizden duyduklarının hikmetlerini araştırdılar, soruşturdular, ondan sonra teslim oldular. Akşemseddin bu teslimiyetinden dolayı kısa zamanda çok derecelere kavuştu.” Demiştir.

Sevgili kardeşlerim Allahû Teala’ya ne kadar hamd etmeliyiz şükretmeliyiz ki bize mehdi resule tabi olmayı nasip kıldı. Onun talebesi olmayı bize layık gördü. Biz efendimize tabi olduğumuz zaman Allahû Teala’ya teslim olacağımıza emirlerine itaat edeceğimize yemin ederek bu yola başladık. Allaha bütün teslimlerimizi yerine getirmek için çok gayret etmemiz gerekiyor. Sevgili kardeşlerim bu yolda ilerlemek hem çok kolay hem de çok zordur. Unutmayalım ki O, mehdi resul. Dünyadaki en mütevazı insan ondaki mütevazılık bizleri aldatmasın biz her şeyimizle teslim olmaya geldik. Canımızla malımızla her şeyimizle… Biz efendimizin karşısında bir hiçiz. Ne bir söz söyleyebiliriz. Nede fikrimizi aktarabiliriz taki efendimiz emir buyuruna kadar. O tasarruf rızasının sahibidir. bunu hepimiz biliyoruz. Ama şeytan boş durmuyor kandırıyor. Yanlış olanı, doğru imiş gibi gösteriyor. Bu şeytandan kurtulmamız için nefsimizi teslim etmemiz gerekiyor. Nefsimizi teslim etmeden şeytandan paçamızı kurtaramıyoruz.
Allahu Teala buyuruyorki:

15 / HİCR - 39
Kâle rabbi bi mâ agveytenî le uzeyyinenne lehum fil ardı ve le ugviyennehum ecmeîn(ecmeîne).
(İblis şöyle) dedi: “Rabbim, beni azdırmandan dolayı, onlara mutlaka yeryüzünde (azgınlığı) süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini azdıracağım.

15 / HİCR - 40
İllâ ıbâdeke minhumul muhlasîn(muhlasîne).
Ancak onlardan muhlis olan kulların müstesna.

Şeytan muhlis olan kulları yoldan çıkaramayacağı söylüyor. Onlara hiçbir tesirde bulunamıyor. Öyleyse bizim şeytandan sıyrılıp bize de dokunmaması için bizlerinde muhlislerden olmamız gerekiyor. Nefsimizi teslim edenlerden olmamız gerekiyor. Bunu nasıl yapacağız. Allahın resulü ile birlikte olarak teslimleri gerçekleştireceğiz.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, en çok sevdiği halifesi Alâaddîn-i Attar ile birlikte bir nehrin kenarından geçerlerken, tam o sırada Alâaddîn-i Attar hazretlerine yapılacak bir sûikasti Allahu Teala kendisine açmış ve Şâh-ı Nakşibend Hazretleri derhal; “Oğlum hemen suya atla demiş.” Alâaddîn-i Attar Hazretleri de hikmetine hiç sual etmeden büyük bir teslimiyetle bu emri hemen yerine getirir. Alâaddîn-i Attar Hazretlerinin suya atlaması ile beraber hemen başının yanından fırlatılmış bir ok, mürşide teslimiyetin bereketi ile kendisine isabet edemeden geçer gider. Alâaddîn-i Attar Hazretleri kapısında yakınlık kazandığı Mürşid-i Kâmil’in, kendisini asla yanlış yola götürmeyeceği bilir ve bu emrine teslim olur. Netice itibari ile dinlenen sözlerin ahiret saadeti kazandırması bir yana, daha dünyada iken de birçok faydasını müşahede etmiştir. Alâaddîn-i Attar Hazretlerinin Mürşidine kayıtsız bir sadakat ve teslimiyet göstermesi bizler için güzel bir örnektir.
İmam-ı Rabbânî Hazretleri bir gün bir mürîdini bir imtihana tutar ve bir hatasından dolayı sırtına sopa ile vurur ve kovar; ancak mürit sadakat göstererek mürşidini terk etmez ve kapının eşiğinde oturup ağlar af diler. İmam-ı Rabbânî Hazretleri onu orada görünce, bu sadakatinden dolayı imtihanı kazandığını ve akabinde ona öyle bir nazar ve teveccühte bulunur ki, bir anda çok yüksek manevi derecelere kavuşturur.

Yine Osmanlı yine bir talebe söyle anlatmakta: “Bir gün cezbe hâli beni bastırdı. Mürşidim Seyyid Emir Külâl’i ziyaret etmek mutluluğumu onunla paylaşmak istedim. Yola koyuldum. Patika yoldan hızlıca giderken Ayaklarım dikenlerden yara oldu. Mevsim kıştı, hava da dondurucuydu. Seyyid Emir Külâl’in hazretlerinin konağına gittim. Müritlerin arasına oturmuştu. Beni görür görmez şöyle sordu: “neden geldin Onu buradan çıkarın.” Dedi. Dışarı çıktım. Neden beni kovmuştu ki Nefsime uymaktan ve teslimiyet bağından sıyrılmamdan korktum. (Fakat Allah’ın yardımı yetişir.) kendi kendime şöyle dedim: “mutlaka bu benim için bir imtihandır. Bu kapıdan ayrılmam da mümkün değil. Ben onunla hayat buldum. beni ölüyken dirilten odur. Nasıl olurda bırakırım” der. Dergâha gelene kadar mutluluktan çıldıracak gibi olan bu talebe, bir anda çok büyük bir hüzne kapılmıştı. ağlamaktan kendini alamıyordu. Ve dergâhın kapısına secdeye kapandı. Anlını soğuk taşa koydu ve ağladı “kendimi mutlaka af ettireceğim Başımı bu eşikten kaldırmayacağım. Başıma ne gelirse gelsin aldırmayacağım.”diyordu. Üzerine yavaş yavaş kar yağıyordu. Hava da çok soğuk titriyordu. Orada öylece kaldı. Tan yerinin ağarmasına yakındı ki mürşidi dışarı çıktı. Başını eşikten kaldırıp ve onu içeri aldı. Onu temizler ve derki: “imtihanı kazandın. Allahû Teala teslimiyetini görmek istiyordu, bunu başardın. artık müjdeler seninle olacaktır” der.

İşte sevgili kardeşlerim rabbimiz ile beraber olmak onu hayatımızın her anına koyabilmek mutluluğun kat kat artması demektir. Birçok olay yaşıyoruz ama düşmanımız olan şeytan bize, imtihan olduğunu teslim olmamız gerektiğini hep unutturuyor. Biz mehdi resul’ün talebesiyiz. Onun şükrünü kıymetini bilmeliyiz. Belki tam idrakinde değiliz ama söylenenleri aynen tatbik ederek her şeyimizle teslim olursak o zaman idrak edebiliriz. Unutmayın sevgili kardeşlerim ahir zamandayız. Allahû Teala sabikûn-el ahirin sayısının az olacağını söylüyor. Bu sayının içine girmek için nasıl bir gayret sarf ediyoruz. Her söyleneni yapıyor teslim oluyor muyuz? kendimizi biraz sınamamız gerekiyor. Sürekli hatayı kendimizde aramalı doğru olanı hemen tatbikata geçirmeliyiz. Bütün insanlara örnek olmalıyız. Bu yol çok ince bir yoldur. Bizim bir dileğimizle Allah bizim buna karşılık kendisine ulaştırıyor. Cennet saadetini ve dünya saadetini yaşatıyor. Tabiiyetimizden sonraki günleri Düşünün o günleri hiç bir şeye değişmeyiz o kadar mutlu günler yaşadık ki anlatmak çok zor. Ta ki Allah söz verdiği şekilde ruhu kendisine ulaştırıp aldığı zaman bizlerde değişiklik başlıyor. Artık şeytan tesirini daha fazla gösteriyor. Artık bizim tevekkülümüzde ilerleyeceğimiz bir yol olacaktır. İşte ondan sonra şeytanla olan mücadele bize düşüyor. Muhterem efendimiz bunu bize açıklıyor. Anlatıyor. Ama şeytan için artık büyük bir düşman durumundayız. İşte bundan sonra tevekkül edeceğiz hayatımızın her anında Allahû Teala ile birlikte olmalı efendimizin her sözü ve her hareketini davranışını bizim için örnek kabul edeceğiz. Artık bundan sonra Fizik vücut teslimi gerçekleşecektir. Bizim gayretlerimiz ile olacaktır işte bu dönem en zor dönemimizdir. İşte bu yol dik yokuştur. Çıkmasının güç olduğunu ancak her şeyi ile teslim olanlar bu yokuşu aşacaktır. Hayatımızın her anında Allah ile birlikte olmak onu her daim zikretmekle olacaktır.
Rabbimize teslimlerimizi yerine getirmemiz dileğiyle…

ALLAH RAZI OLSUN



Tolga Yıldıran